İlk Basım Tarihi: 1967
Çevirmen: Çiğdem Erkal Yeşilbademli
Zove’un Evi’nde yaşayan tüm aile, küçük çocuklar hariç, o gece, pencereleri nemli akşam havasına açılmış alt kattaki büyük odada toplandı. Yıldızların ışıkları, ağaçların varlığı ve derenin sesi, hepsi az aydınlatılmış odaya doldu; öyle ki her insanın yanındakiyle arasında, hatta söyledikleri sözler arasında gölgeler için, gece rüzgârı için ve sessizlik için de bir yer vardır.
(Sayfa 10, 11)
“Acaba,” dedi En Yaşlı Kadın, “acaba alet değil de kurban olabilir mi? Belki de Şingler yaptığı ve düşd4ündüğü bir şey nedeniyle ceza olarak zihnini tahrip etmişlerdir.O zaman onların cezasını biz mi tamamlayacağız?”
“Daha hakiki bir merhamet olurdu bu,” dedi Metock.
“Ölüm sahte bir merhamettir,” dedi En Yaşlı Kadın sert bir şekilde.
(Sayfa 11)
…Yapacak hiçbir şey yoktu; kar yağıyordu, bütün yüzler tanıdıktı, kitaplarda ise artık gerçeklikleri kalmamış çok önceki zamanlar ve çok uzaklar anlatılıyordu. Sessiz evin tarlalarının etrafında sessiz orman uzanıyordu, nihayetsiz, monoton ve umursamaz; birbirini izleyen kışlar boyunca bu evden hiç ayrılmayacaktı çünkü gidilebilecek neresi, yapılabilecek ne vardı?..”
(Sayfa 13, 14)
Taptaze, sakin ve tatlı sabah, bu topraklardaki ilk insanların kırılgan sivri evlerinin içinde ilk defa uyandıkları ve sonra dışarıya çıkıp güneşin karanlık ormandan kurtularak yükselişini gördükleri zamanlardaki gibiydi. Sabahlar hep aynıdır, sonbahar da hep sonbahar, ama insanların saydığı yılların haddi hesabı yoktur. Bu topraklarda bir ilk ırk vardı… sonra ikincisi oldu, zapt edenler; her ikisi de kayboldu, zapt edilen de zapt eden de, milyonlarca hayat, hepsi geçmiş zamanın ufkunda belirsiz bir noktada birleştiler. Yıldızlar kazanıldı ve yeniden kaybedildi. Yıllar geçmeye devam etti yine de; o kadar çok yıl geçti ki insanların tarihini yapıp korudukları dönemlerde tamamen yok olan arkaik zamanlara ait orman yeniden büyüdü. Bir gezegenin muazzam tarihinde bile bir ormanın büyümesi hatırı sayılır bir süre gerektirir. Vakit alır. Ayrıca her gezegen bunu başaramaz; güneşin ilk serin ışığının, rüzgârla kıpırdayan sayısız dalın gölgesi ve karmaşası arasına karışması sıradan bir sonuç değildir.
(Sayfa 18)
=> Sayfa 23, 24 Şingler ne yaptı
“Şinglerden saklanıyoruz. Aynı zamanda bir zamanlar her ne idiysek, ondan da saklanıyoruz. Bunu anlayabiliyor musun Falk? Evlerde refah içinde yaşıyoruz – yeterli bir refah içerisinde. Ama tamamen korkunun hâkimiyeti altındayız. Vaktinde yıldızlar arasında gemilerle yolculuk ediyormuşuz ama artık evden yüz kilometre bile uzaklaşmaya cesaret edemiyoruz. Bilginin birazını muhafaza ediyoruz ama bu bilgiyle bir şey yapmıyoruz. Oysa bir zamanlar bu bilgiyi kullanarak gecenin ve kaosun içinden yaşamın desenini dokuyormuşuz tıpkı bir duvar halısı gibi. Hayatın olasılıklarını genişletiyormuşuz. İnsana yaraşan işler yapıyormuşuz.”
Başka bir sessizlikten sonra Zove devam etti, bakışlarını parlak kasım göğüne çevirmişti: “Dünyaları bir dürşün, üzerlerindeki değişik değişik insanları, hayvanları, göklerindeki takım yıldızları, inşa etmiş oldukları şehirleri,şarkılarını, yol ve yordamlarını. Bunların hepsi bizim için kayıp, tıpkı çocukluğunun senin için tamamen kayıp olması gibi. Büyüklük zamanlarımıza ait ne biliyoruz gerçekten? Birkaç dünya ve kahraman ismi, içinden bir tarih çıkartmaya çalıştığımız karman çorman gerçekler. Şing kanunları öldürmeyi yasaklıyor ama bilgiyi öldürmüşler, kitapları yakmışlar, daha da kötüsü kalanları çarpıtmışlar. Yalan’a karışmışlar, her zamanki gibi. Birlik Çağı ile ilgili hiçbir şeyden emin değiliz; belgelerin kaçı düzmece? İnsanın ömrünü tek bir Şing görmeden geçirmesi çok kolay – en azından farkında olarak; olsa olsa uzaklardan geçen bir hava arabasının sesini duyuyoruz. Burada, ormanda bizi kendi halimize bırakıyorlar ve belki şu anda bütün Dünya’da da hal böyledir ama onu bile bilemiyoruz. Burada, bu cehalet ve yaban yaşam kafesinde kaldığımız, onlar tepemizden geçerken başımızı eğdiğimiz sürece bizi kendi halimize bırakıyorlar. Ama bize güvenmiyorlar. Nasıl güvensinler, bin iki yüzyıl sonra bile? Hiç güvenleri yok çünkü içlerinde hiç hakikat yok. Hiçbir sözleşmeye saygı duymuyorlar, sözlerinden cayıyorlar, iftira atıyorlar, ihanet ediyorlar ve bıkıp usanmadan yalan söylüyorlar; üstelik Birlik’in Çöküşü’ne ait bazı kayıtlar zihinyalanı söyleyebildiklerini de hissettiriyor insana. Birlik’teki ırkların yenilmesine ve Şing’e kul olmamıza neden olan Yalan’dı. Bunu hatırla Falk. Düşman’ın söylediği hiçbir şeyin doğruluğuna inanma.”
(Sayfa 23, 24)
… Burda yalnız yaşıyorum evlat, tek başına, tamamen bi başına. Çünkü ben büyük, çok büyük, en büyük Dinleyen’im. Tek başıma yaşıyorum ve çok konuşuyorum. Burda bitmedim böyle, ormanlardan biten mantarlar gibi; ama etrafta başka adamlar olunca onların zihinlerini hiç susturamadım. Bütün o vızıltıları, dertleri, safsataları, endişeleri, bütün o yürüdükleri farklı yollarla boğuşuyordum, sanki kırk ayrı ormanda aynı anda yolumu bulmaya çalışıyordum. Böylece etrafımda sadece zihinleri sakin ve özlü olan hayvanlarla gerçek bir ormanda yaşamak için buraya geldim. Onların düşüncelerinde ölüme yer yoktur. Ayrıca düşüncelerinde yalan da yoktur. Otur; buraya gelinceye kadar çok yol katettin, bacakların yorgun.”
Falk ocak başındaki tahta sıraya oturdu. “ Konukseverliğiniz için teşekkür ederim, dedi ve tam adını dillendirecekti ki yaşlı adam konuştu: “Boşver. Sana bir sürü güzel isim verebilirim, en azından dünyanın bu köşesi için yeterince güzel isimler. Sarı Göz, Farklı, Konuk, her şey olur. Unutma ben bir Dinleyen’im kelime âlimi değil. Orada karanlıkta yalnız bir can olduğunu biliyordum ve ışıklı penceremin senin gözlerinde nasıl aksettiğini biliyorum. Bu kadarı yetmez mi, yetip de artmaz mı? İsimlere ihtiyacım yok. Benim ismim de Hepbibaşına. Tamam mı? Şimdi yaklaş ateşe, ısın bakalım.”
“Isınıyorum,” dedi Falk.
Etrafta çelimsiz cüssesiyle hızlı hızlı dolanırken, yumuşak sesiyle durmadan konuşurkenyaşlı adamın kırlaşmış saç örgüsü omuzlarına savruluyordu; hiç gerçek bir soru sormadı, hiç cevap için duraksamadı. Korkusuzdu; ondan korkmaya da imkân yoktu.
(Sayfa 55, 56)
“… Tek başına olmak yalnızlık değildir…”
(Sayfa 58)
=> Sayfa 69, 70, 71 Basnasskalarla ilgili bilgler
Estrel açıkladı, biraz gönülsüzce de olsa. “Efendilerin Kanunları’nı biliyorsun. Öldürmezler onlar –biliyorsun. Şehirde bir katil olduğunda, katili durdurmak için öldüremiyorlar, O yüzden onu Silik’e dönüştürüyorlar. Zihne yaptıkları bir şey bu. Sonra serbest bırakıyorlar, o da masum olarak hayatına yeniden başlıyor. Sözünü ettiğim o adam senden daha yaşlıydı ama zihni küçük bir çocuğunki gibiydi. Elinde bir tabanca vardı ve elleri tabancayı kullanmayı biliyordu… bir adamı vurdu çok yakından, senin yaptığın gibi…”
(Sayfa 82)
“Benden kuşku duyma Falk,” dedi kadın. “ Kendimi sana ispatlamama izin ver. Zihinkonuşması hiçbir şeyi ispatlamaz; güven ise büyütülmesi gereken bir şeydir, insanın yaptıklarıyla, günler içerisinde.”
“Sulayalım o zaman,” dedi Falk, “ve umut edelim büyüsün.”
(Sayfa 84)
“Tek başına mı? Sadece Şehirler Zamanı’ndan kalma masallarda kadınlar tek başına bir yerlere giderler. Yanımda bir adam vardı. Basnasskalar öldürdü onu.” Narin çehresi kalıp gibiydi, ifadesiz.
O zaman Falk kadının tuhaf edilgenliğinin, ona neredeyse kendi güçlü hislerine ihanet gibi görünen tepkisizliğinin nedenini anlamaya başladı. Çok şey çekmişti ve artık tepki veremiyordu.”
(Sayfa 86)
“Ama o yüzden kuralları, tüm hayatlara saygı – öyle değil mi? Ayrıca bana Şingler geldikten sonra Dünya’da ne de dünyalar arasında bir daha savaş olmadığı öğretildi. Birbirini öldüren insanlar!”
“ Şinglerin bana yaptığını yapacak tek bir insan yoktur. Ben yaşama saygı duyuyorum, yaşam ölümden çok daha zor ve çok daha belirsiz bir mesele olduğu için saygı duyuyorum; hepsinden daha zor ve belirsiz olan ise zekâdır. Şingler kendi kanunlarına uyup beni yaşattılar ama zekâmı öldürdüler. bu bir cinayet değil mi? Eskiden olduğum adamı öldürdüler, bir zaman olduğum çocuğu öldürdüler. Bir insanın zihniyle böyle oynamak hürmet etmek mi oluyor? Kanunları koca bir yalan, hürmetleri de alay.”
(Sayfa 93)
=> Sayfa 100, Teksas Anklavı
… Falk biraz hareket edince tahtın yanındaki mitolojik hayvan esneyip hırladı. Ardıç kokulu likör düşüncelerini dağıtmıştı; bu adamın kendisine kral demesinin nedeninin delilik olduğunu düşünmesi lazımdı ama o, krallığın bu adamı delirtmiş olduğunu düşünüyordu.
(Sayfa 100)
=> Sayfa 103, 104 , Şingler neden Anklavı rahat bırakıyor
“… Köpek vereyim sana – gerçekten veririm, nesli tükenmiş canlı bir köpek, yol arkadaşlığı etsin diye sana. Köpeklerin neden ölüp yok olduklarını biliyor musun? Çünkü sadıktılar, çünkü güveniyorlardı. . Tek başına git be adam!”
(Sayfa 106)
=> Sayfa 129, 134 , Falk’un gezegeni hakkında
Ona inanma, ona inanma,dedi Falk kendi kendine; bunu öyle ısrarla söylemişti ki, eğer ufak bir empatik becerisi var idiyse Şing’in de mesajı net bir şekilde aldığına kuşku yoktu. Bu önemli değildi. Oyunun oynanması gerekiyordu ve her ne kadar bütün kuralları onlar koymuş ve bütün becerilere onlar sahip olsalar da, yine onların kurallarıyla oynanması gerekiyordu. Onun kabiliyetsizliği önemli değildi.Dürüstlüğü önemliydi. Artık bütün umudu sadece tek bir inanca bağlıydı: Dürüst bir adam dolandırılamaz, hakikatin yolu, eğer oyun sonuna kadar oynanırsa, hakikate çıkar.”
(Sayfa 139)
=> Sayfa 139, 140, 141 Şingler Birlik’in dağılışını anlatıyor
… Onu bunaltan şehrin gerçekleri değil, şehrin gerçekdışılığıydı. Burası İnsanların Yeri değildi. Es Toch, bin yıldır insanları yönetmesine rağmen insana bir tarih hissi vermiyordu, zamanda ve mekânda eskilere dayanma hissi. Zove’un evindeki kadim telebantlarda gördükleri nedeniyle gözlerinin aradığı kütüphaneler, okullar, müzeler yoktu; hiç anıt ya da İnsanlığın Büyük Çağı’ndan kalan bir hatıra yoktu; bir öğrenme veya mal alışverişi yoktu. Kullanılan para Şinglerin insanlara bahşettikleri bir şeydi sadece çünkü burada, buraya gerçek bir canlılık katacak herhangi bir ekonomi yoktu. Bir sürü Efendi olduğu söyleniyordu ama Dünya’da bir tek bu şehri yapmışlar, onu diğerlerinden ayırmışlardı; tıpkı dünyanın bir zamanlar Birlik’i oluşturmuş olan dünyalardan ayrıldığı gibi. Es Toch bağımsızdı, kendi kendine yetiyordu, köksüzdü; bütün o şaaşalı ve fani ışıkları, makineleri ve çehreleriyle, çeşit çeşit yabancı sakinleriyle, bütün o lüks karmaşıklığıyla şehir bir uçurumun üzerine inşa edilmişti, bir boşluğun üzerine. Burası Yalan’ın Yeri’ydi. Yine de çok güzeldi, Dünya’nın engin yabaniliği içine düşmüş cevherden bir yontu gibiyd: harika, zamansız ve uzaylı.
(Sayfa 155,156)
Umut, güvenden bile daha narin, daha çetin bir şey, diye düşündü; tepesindeki sessiz ve belirsiz şimşek çakarken odasını arşınlıyordu. Güzel bir dönemde insan hayata güvenir; kötü bir dönemde sadece umut eder. ama her ikisi de özünde aynıdır: İnsan zihninin, diğer zihinlerle, dünyayla ve zamanla zorunlu ilişkisidir. Güven olmazsa insan yaşar ama insan hayatı değildir yaşadığı; umut olmazsa ölür. Ellerin birbirine dokunmadığı, bir ilişkinin olmadığı yerde duygular boşlukta körelir, zekâ kısırlaşır ve zihinde saplantılar oluşur. İnsanlar arasında kalan tek bağ, sahip ile köle ya da katil ile kurban ilişkisi olur.
(Sayfa 164, 165)
Orry’nin anlattığı, Werel’deki Arzlıların nasıl mutasyon geçirip yerlilerin biyolojik normalarına uyum sağladıkları ve sonunda yerli insansılarla karıştıklarıyla ilgili hikâyeye inanmayı reddetmişlerdi. Bunun mümkün olmadığı söylemişlerdi: Bu da, onların aynı şeyi yaşamamış olduğunu gösteriyordu; Arzlılarla çiftleşememişlerdi. O halde hâlâ uzaylıydılar, on iki yüz yıldan sonra bile; hâlâ Dünya’da tecrit halindeydiler. Sonra acaba gerçekten insanlığı bu tek Şehir’den yönetebiliyorlar mıydı? Bir kez daha Ramarren bir cevap bulmak için Falk’a döndü ve cevabın Hayır olduğunu gördü. İnsanları alışkanlık, kurnazlık, korku ve silah vasıtasıyla denetliyorlardı, güçlü bir kabilenin ayaklanmasını önlemek veya onlara tehdit oluşturabilecek bilginin birikmesini engellemek konusunda çabuk davranarak. İnsanların herhangi bir şey yapmasını engelliyorlardı. Kendileri de bir şey yapmıyordu. Yönetmiyorlardı, sadece çürütüyorlardı.
(Sayfa 188)
… Herhangi bir durum, bir kaos veya bir tuzak bile, eğer tam olarak müşahede edilebilirse anlaşılır bir hale gelir ve kendiliğinden tek uygun sonuca yönelir; çünkü uzun vadede uyumsuzluk diye birşey yoktur, sadece yanlış anlama vardır; talih veya talihsizlik diye bir şey yoktur, sadece bilgisiz bir göz vardır.
(Sayfa 200)
… Şingler, Düşman, Yalancılar… Gerçekten yalan mı söylüyorlardı? Belki de durum pe öyle değildi; belki de yalanlarının özünde derin ve düzeltilmesi mümkün olmayan bir anlayış eksikliği yatıyordu.İnsanlarla irtibata geçemiyorlardı. Zihinyalanını kullanıp bundan büyük kârlr sağlamışlar, bunu büyük bir silaha çevirmişlerdi; ama sonuç olarak bu kadar zahmetlerine değmiş miydi? Uzak bir yıldızdan sürgün veya korsanya da imparatorluk kurucuları olarak buraya ilk geldikleri günden beri, zihinleri onlar hiçbir şey ifade etmeyen ve bedenleri onlar için sonsuza kadar kısır olan insan soylarına hükmetme azmiyle on iki yüzyıldır yalan söylüyorlardı. Tek başlarına, tecrit edilmiş olarak, bir sanrılar dünyasında sağır dilsizleri yöneten sağır dilsizler. Ey felaket…
(Sayfa 207)