You are currently viewing Walden Gölü / Henry David Thoreau / Say Yayınları

Walden Gölü / Henry David Thoreau / Say Yayınları

İlk Basım Tarihi: 1854

Çeviren: Caner Turan

  1. Ekonomi

… Komşularımın giriştiği şeylerle karşılaştırıldığında Herkül’ün on iki görevinin bile bir hiçbir önemi yoktu; çünkü Herkül’ün, yerine getirilmesi gereken on iki adet görevi vardı ve elbette sona erecekti; fakat ben bu adamların bir canavarı öldüğüne veya yakaladığına vey bir görevi başarıyla tamamladıklarına hiç tanık olmadım. Hidra’nın kafasını kızgın demirle kökünden dağlayacak bir arkadaşları yoktur, fakat bir kafa yok edilir edilmez, hemen iki tane daha ortaya çıkar.

(Sayfa 13)

    Fakat insanlar emeklerini yanlış yere harcıyorlar. İnsanın iyi yanı gömülerek çürümeye terk ediliyor. İnsanların çalıştırılması kaderlerinde varmış gibi görünüyor, genellikle de ihtiyaç olarak adlandırılır bu durum; eski bir kitap şöyle söyler: güvelerin ve pasın çürüteceği, hırsızların da gelip çalacağı hazineleri depolar insanlar. Önceden olmasa da sona geldiklerinde görecekleri gibi bir aptalın hayatıdır bu.

(Sayfa 14)

     İnsan yığını, sessiz umutsuzlukları var der. Teslimiyet denilen şey doğrulanmış umutsuzluktur. Umudu olmayan şehirden umudu olmayan taşraya gidersiniz; kendinizi vizonlarla sıçanların cesaretiyle teseli etmeniz gerekir. Hatta kalıplaşmış fakat bilinçdışı bir umutsuzluk insanların oyun ve eğlence dediği şeylerin altında gizlenir. Çok eğlenceli değildir aslında bu, çünkü öncelik hep iştedir. Fakat bilgelik umutsuzca şeyler yapmamakta yatar.

(Sayfa 17)

    İlmihal diliyle konuşacak olursak, insanın nihai sonunun ve yaşamın gerçek gereklilikleriyle anlamının ne olduğunu düşündüğümüzde, öyle görünüyor ki insanlar sıradan bir yaşam biçimini başka bir biçime kasten tercih ederler. Fakat dürüstçe başka bir seçeneğin kalmadığını düşünürler. Fakat tetikte ve sağlıklı bir doğaya sahip olanlar güneşin hep sorunsuzca doğmuş olduğunu akıllarından çıkarmazlar. Önyargılarımızdan kurtulmak için  asla geç değildir. Her ne kadar kadim olsa da hiçbir düşünceye veya eyleme kanıt olmadan güvenilmez. Herkesin dile getirdiği veya bugün sessizce kabul ettiği şeyler yarın yanlışlanabilir, bazılarını tarlalarına verimli yağmurlar döken bir buluta dayanan geçici bir fikre dönüşebilir. Eski insanların yapamayacağını söylediği şeyi dene ve yapabileceğini gör. Eskilerin yaptıkları eskilere, yenilerinki yenilere. Eski insanlar belki de yangına körükle gitmeyi bilmiyorlardı; şimdiki insanlarsa tencerenin altına azıcık kuru bir odun atarlar ve kuş hızıyla dünyanın çevresinde tur atarlar, yani bir anlamda eski insanları öldürürler. Gençlik çok derinlere inmek için iyi bir yaş değildir. En bilge adamın yaşarken mutlak bir değere sahip bir şeyler öğrenip öğrenmediği şüphelidir. Pratikte eskinin yeniye vereceği çok önemli bir tavsiye bulunmaz, inanmaları gerektiği gibi özel sebeplerden dolayı kendi deneyimleri oldukça kısıtlıdır ve yaşamları acınası başarısızlıklarla doludur; bu deneyimi yok eden bir inanç da bırakmış olabilirler geride, sadece bir zamanlar olduklarından daha genç haldedirler. Bu gezegende 30 yıldır yaşıyorum ama yaşı benden yaşça büyük olanlardan değerli, hatta çok ciddi bir tavsiyenin tek bir hecesini bile duymadım.Bana hiçbir şey söylemediler ve muhtemelen amaca dönük de hiçbir şey söylemezler. Hayat, çoğunu deneyimlemediğim bir deney; onları deneyimlemiş olmamalarının  bana bir faydası yok. Değerli olduğunu düşündüğüm bir deneyimim varsa eğer, akıl hocalarımın hakkında hiçbir şey söylemediği bir şeyi yansıtacağından eminim. 

(Sayfa 18)

…Hiç şüphe yok ki, yaşamın çeşitliliğiyle zevkini  yok ettiği farz edilen bıkkınlık ve can sıkıntısı ilk insan Âdem kadar eskiye dayanır. Fakat insan kapasitesi hiçbir zaman ölçülememiştir; bu kadar az şey denenmişken geçmişteki örnekleri değerlendirerek insanın neler yapabileceğini yargılayamayız. Bugüne kadarki başarısızlıkların her ne olmuşsa, “üzülme evlat, kim olmadığın şeylerden ötürü seni suçlayabilir ki?”

(Sayfa 19)

Komşularımın iyi dedikleri şeylerin çoğunun kötü olduğuna yürekten inanıyorum, şayet pişman olduğum bir şey varsa o da insanlara iyi davranmamdır. Hangi şeytan beni dürttü de bu kadar iyi davrandım? Söyleyebileceğiniz en bilgece şeyi söyleyebilirsiniz; siz, herhangi bir onurlu davranış sergilemeden 70 yıl yaşayan yaşlı adamlar, tüm bunlardan beni uzaklaştırmaya çağıran dayanılmaz bir ses duyuyorum. bir nesil başka bir neslin yatırımını karaya oturmuş tekneler gibi elinin tersiyle  itiyor. 

     Kendimize şimdikinden çok daha fazla güvenle inanabileceğimizi düşünüyorum. Hiç olmazsa bir başka mevzuya yönelttiğimiz ilgi ve alakayı kendimize bağışlayabiliriz. Doğa gücümüze olduğu kadar zayıflığımıza da uyum sağlamıştır. Bazı insanlarda var olan sonu gelmez endişeler ve gerginlikler tabiri caizse şifası olmayan birer hastalıktır. Yaptığımız şeylerin önemini abartma eğilimindeyizdir; peki ya yapmadıklarımızın sayısına ne diyeceksiniz!

  (Sayfa 20)

   …Çağlar boyunca süregelen ilerleme insan var oluşunun temel kanunlarını çok az etkilemiştir; hatta muhtemelen kendi kemiklerimiz atalarımızın kemiklerinde ayırt edilemez.

(Sayfa 21)

Temel ihtiyaç sözcükleriyle, insan yaşamında en başından beri var olan ve uzun bir süre boyunca kullanımda olduğu için de önem arz eden, insanın kendi emeğiyle elde ettiği, yabanilik, yoksulluk veya felsefe gereği çok ama çok az kişinin onsuz yaşamaya teşebbüs ettiği şeyleri kastediyorum. Bu noktada, birçok canlı için tek bir temel ihtiyaç vardır: beslenme. Çayırdaki bizon için bu biraz ot ve sudur; tabii ormanda bir barınak ve dağların gölgesini aramıyorsa. Hayvanların hiçbiri Beslenme ve Barınmadan fazlasına ihtiyaç duymaz. Bu iklimde insanın temel ihtiyaçları, az çok Beslenme, Barınma, Giyinme ve Yakıt şeklinde dağılım gösterebilir; bunları tesis etmeden yaşamın hakiki sorunlarıyla özgürce ve başarı beklentisiyle yüzleşmeye hazır olamayız. İnsan yalnızca ev yapmayı değil, giyinmeyi ve yemek pişirmeyi de keşfetmiştir, ateşin muhtemelen tesadüfi olarak keşfedilmesi ve kullanılması başta bir lüksken şimdi bir ihtiyaçtır.  sahip olduklarını gözlemliyoruz.

(Sayfa 21)

 … Bu yüzden de, Avusturalya yerlisi etrafta çıplak çıplak rahatça dolaşırken, giyinik Avrupalınınsa elbiseler içinde titrediği anlatılır bizlere. Bu ilkel insanların dayanıklılığıyla uygar insanın entelektüelliğini birleştirmek olanaksız mıdır?

(Sayfa 22)

  Demek ki bedenimizin en büyük ihtiyacı ısınması ve içimizdeki hayati ısının devamıdır. Yalnızca Beslenme, Giyinme ve Barınmamızla değil gecelik elbiselerimizle yataklarımızda ne kadar da acılar içindeyiz. Barınak için de barınak uğruna kuşların yuvalarını yıkmış, tüylerini yolmuşuz, tıpkı bir köstebeğin otlardan yaptığı yatağını sonunda terk etmesi gibi. 

(Sayfa 22)

… Yaşamak için gerekli olan bu şeyleri elde ettiğinde, ihtiyacı olmayan gereksiz şeyleri elde etmek dışında başka alternatifler de vardır; mesela, yaşam macerasına atılmak, mecburi çalışma halinden kurtulup da boş zamana yelken açmak. Öyle görünüyor ki toprak tohuma uygun olduğu için tohum köklerini derinlere salmıştır ve şimdiyse filizlerini güvenle yükseklere taşıyabilir

(Sayfa 24)

     Nasıl yaşadıklarını bilmeden, en zengin insanlardan bile daha çok biriktirebilen ve kendilerini fakirleştirmeden en zenginlerden daha rahat harcama yapabilen; hem cennette hem de  cehennemde başlarının çaresine bakabilecek kadar güçlü ve cesur bir doğaya sahip olanlara; cesaretlerini ve esinlerini tam da şeylerin mevcut durumunda bulan ve âşıkların hevesleri ve arzularıyla bunlara sahip çıkanlara (ki bir dereceye kadar kendimi de bunlardan biri olarak görüyorum) kurallar koyacak değilim; tabii hayali kurulan bu insanlar gerçekten varsa. Her koşulda işini iyi yapan ve bunun ayrımında olanlara da değil sözüm;  daha ziyade üstesinden gelebilecekken, paylarına düşenlerin ve yaşadıkları zamanın zorluğundan öylece şikâyet edip duranlaradır sözlerim. Söylediklerine göre kendilerine düşen sorumlulukları yerine getiren bazı insanlar bütün enerjilerini bunlardan şikâyet etmeye harcarlar ve onları avutmak neredeyse imkansızdır. Ayrıca görünüşte zengin fakat tüm sınıfların içinde en yoksul olan, artık biriktirmiş ama onları nasıl kullanacağını ve onlardan nasıl kurtulacağını bilmeyen ve bu yüzden de altından ve gümüşten kendi prangalarını hazırlayanlar da aklımda.

(Sayfa 25)

…Genellikle bir beyefendinin bacaklarına bir hal gelirse, tedavisi mümkün olabilir fakat benzer bir şey pantolonunun başına gelirse, yapacak hiçbir şey yoktur; çünkü onun için önemli olan gerçekten de saygın olan şey değil de saygın gören şeydir. Birkaç insana karşılık çok sayıda ceketle pantolon alırız. En son giydiğiniz kıyafetleri bir bostan korkuluğuna giydirin; önünde sonunda insanların bostan korkuluğuna daha çok hürmet ettiklerini görürsünüz. Ertesi gü mısır tarlasının yanından geçerken, başında şapkası ve üstünde ceketi olan bir kazığa denk gelince tarlanın sahibi sandım. Onu son gördüğümden azıcık daha yıpranmış bir haldeydi. Sahibinin çiftliğine giyinik halde yaklaşan her yabancıya havlayıp da çıplak bir hırsıza ses çıkarmayan bir köpek duymuştum. Elbise olmadan kimin kimden üstün kalacağı ilginç bir meseledir. Böyle bir durumda hangi medeni insanın elit sınıfa ait olduğunu söyleyebilir misiniz?

(Sayfa 32)

…Olgunlaşma mevsimimiz tıpkı kuşlarınki gibi hayatımızdaki bir krize tekabül etmeli. Dalgıçkuşu, bu evreyi tek başına göle çekilerek geçirir. Aynı şekilde bir iç enerji ve genişlemeyle yılan, kabuğunu değiştirir ve tırtıl solucanımsı derisini atar; çünkü giysiler dış kabuğumuz ve ölü derimizdir bizim. …

(Sayfa 33)

..Bazen bu dünyada insanlar tarafından yapılan herhangi bir şeyin basit ve dürüst olacağına dair olan umudumu yitiriyorum. …

(Sayfa 35)

… Sonunda geldiğimiz nokta şu ki açık alanda yaşamanın ne demek olduğunu bilmiyoruz, yaşamlarımız birçok anlamda düşündüğümüzden çok daha evcil. Tarlalar evden çok uzakta. Keşke gök cisimleriyle hiç engel olmaksızın günler ve geceler boyunca daha fazla zaman geçirseydik, keşke şair bir çatının altında konuşmasaydı veya azizler bir çatının altında bu kadar uzun süre kalmasaydı. Ne kuşlar mağaralardan şakırdar ne de güvercinler kuşhanelerde masumiyetini korur.

(Sayfa 38)

=> Sayfa 38, barınaklar, konteyner Penobscot Yerlileri

     Ve çiftçi evine kavuştuğu zaman daha zengin değil, daha yoksul hale gelebilir; sahip olan evdir aslında. Anladığım kadarıyla Momus’un, Minerva’nın yaptığı eve karşı yönelttiği geçerli bir itirazdı bu, “hareket eden bir ev yapmamıştı; hâlbuki öyle yapsaydı kötü komşulardan sıyrılabilirdi”. Hâlâ da geçerli bir şeydir bu çünkü evlerimiz sığınmaktan çok içine hapsolduğumuz işe yaramaz mülkiyetlerdi; kaçınılması gereken kötü komşular ise kendi aşağılık nefsimizdir. Bu kasabada yaklaşık bir nesildir varoşlardaki evlerini satıp da köye taşınmayı düşünen ama bunu başaramayan en azından birkaç aile tanıyorum ve yalnızca ölümdür onları özgürleştirecek olan.

(Sayfa 43, 44)

… Medeniyet evlerimizi geliştirirken oralarda yaşayacak insanları aynı oranda geliştirmemiştir. Saraylar yaratmıştır fakat asilzadeler ve krallar yaratmak kolay olmamıştır. Ve şayet uygar insanın uğraştığı şeyler ilkel insanınkilerden daha değerli değilse, yaşamının büyük bir kısmını sadece temel ihtiyaçlarını karşılamak ve rahata ermek için harcıyorsa neden öncekinden daha iyi bir barınma olanağına sahip olması gerekiyor ki?

      Peki ya yoksul azınlık nasıl geçinir? Belki de bir kısmı maddi olanaklar bakımından ilkel insanın biraz üzerinde diğer kısmıysa ilkel insandan daha kötü şartlarda yaşamaktadır.  Bir sınıfın lüksü bir diğerinin yoksulluğuyla dengelenir. Bir tarafta saray, diğer tarafta düşkünler evi ve “ sessiz yoksullar.” Firavunların mezarları olarak kayda geçen piramitleri inşa eden kalabalıkar sarımsakla beslenmişler, muhtemelen de insani bir biçimde gömülmemişlerdir. Sarayın duvar süslemelerini bitiren duvar ustasını akşam döndüğü yer bir Kızılderili çadırı kadar bile iyi değildir. Uygarlığın varlığına dair bir takım işaretler barındıran bir ülkede yaşayanların büyük bir bölümünün içinde bulunduğu durumun ilkel insanlarınki kadar bile kötü olmayabileceğini düşünmek hatadır.

(Sayfa 44)

    Çoğu insan bir evin ne olduğunu düşünmemiştir bile, gerçekten de tüm hayatları boyunca hiç gereği yokken yoksul kalıyorlar çünkü komşularının sahip oldukları şeylere sanki bir zorunluluk varmış gibi sahip olmak istiyorlar. Sanki insan terzinin biçeceği herhangi türdeki bir ceketi ne olursa olsun giymeliymiş gibi; hurma ağacından yapılma bir kulübeyi veya dağ faresinden yapılma bir kepi yavaş yavaş terk edip de kendisine bir taç alamadığından şikâyetçi olabilirmiş gibi!

(Sayfa 46)

…Günümüzde evlerimiz mobilyalarla tıka basa dolu, iyi bir ev hanımı  da sabah işini yarım bırakmadan bu mobilyaların büyük bölümünü süpürüp atabilirdi.Sabah işi! Aurora’nın iffeti ve Memnon’un müziği aşkına, bu dünyada bir insanın sabah sabah ne işi ola ki? Masamda üç parça kireçtaşı duruyor, fakat zihnimdeki mobilyalar hâlâ tozlu tozlu dururken bu kireçtaşlarının her gün temilenmesi gerektiğinden korktuğum için onları pencereden dışarı fırlattım. Peki mobilyalı bir evim nasıl olabilirdi ki? İnsanlar yeri deşmediği sürece çimenlerin üstünde toz birikmediği için açık havada oturmayı tercih ettim.

(Sayfa 46)

     İlkel çağlarda insan yaşamının sadeliğiyle çıplaklığı en azından durağan ama doğayla içi içe bir hayata işaret eder. Yemek yiyip uykusunu aldıktan sonra gezintisine devam ederdi. Çadırda yaşıyormuşçasına bu dünyaya yerleşmişti, ya vadilerden geçiyor, ya ovaları aşıyordu ya da dağların doruklarına tırmanıyordu.  Ancak maalesef insanlık kendi yarattığı araçların aracı haline geldi. Acıktığında özgürce dalından meyvesini koparan çiftçi oldu; sığınmak için bir ağacın altına giren kişi ise ev sahibi. Şimdilerde artık tek gecelik kamp yapmıyoruz, dünyaya çakılıp cenneti unuttuk.

(Sayfa 47)

=>     Sayfa 48 sanatla ilgili kısım

… Bir insanın kendi evini yapmasıyla bir kuşun kendi yuvasını yapması arasında bir benzerlik vardır. Kim bilir, şayet insanlar evlerini kendi elleriyle yapıp basitçe ve dürüstçe kendileriyle ailelerinin geçimini sağlasalardı, tıpkı kuşların çalışma halindeyken her yerde şakıdıkları gibi şiirsel bir yetenek gelişmez miydi? Ama işte gelin görün ki başka kuşların yaptığı yuvalara yumurtalarını koyan ve müzikten yoksun sesleriyle oralardan gelip geçenlerin neşesini kaçıran sığırcık ve guguk kuşları gibiyiz. …

(Sayfa 56)

… Ben yine de bademlerin şekersiz çok daha yararlı olduğunu düşünüyorum. Hangi mantıklı insan süslemelerin dışsal ve yalnızca yüzeyde olduğunu; kaplumbağanın benekli kabuğunu, istiridyenin sedef rengini, Broadway sakinlerinn Teslis Kilisesi’ne bağlayan türden bir anlaşmayla kazandığını düşünmüştür ki? Fakat bir insanın evinin mimari stiliyle olan ilişkisi bir kaplumbağanın kendi kabuğuyla olan ilişkisinden daha fazla değildir: bir askerin erdem rengini bayrağına tam olarak işlemeye çalışması kadar gereksiz bir  duruma hiç gerek yok. Düşman öğrenecektir. …

(Sayfa 57)

=> Sayfa 58 evinin tarifi ve harcamaları

… Gençler yaşam deneyimine başlamazlarsa yaşamayı nasıl daha iyi öğrenebilirler?

(Sayfa 61)

    Bu noktada mevcut ekonomik ve sosyal düzenin başarısı veya başarısızlığıyla hiç ilgilenmeyen biri olarak tarafsızca bir şeyler söylemek istiyorum. Concord’daki herhangi bir çiftçiden çok daha bağımsızdım çünkü bir eve veya bir çiftliğe çakılı kalmış durumda değilim. Eğri olan aklımın eğimini her an takip edebiliyorum. Onlardan daha iyi durumda olduğumu bir kenara bırakırsam evim yansa veya mısırlarım yetişmese bile az çok eskisi gibi iyi durumda olurdum.

(Sayfa 66)

…Birçok kişi Batı’nn ve Doğu’nun  anıtlarına ilgi gösterir, onları kimin yaptığını öğrenmek ister. Bense, o günlerde o anıtları kimlerin inşa etmediğini öğrenmeyi isterdim; böyle sıradan şeyleri aşmış olanları.

(Sayfa 69)

   İki yıllık deneyimim sonucunda ihtiyaç duyulan besinin bu bölgede bile, az zahmetle elde edilen  …

(Sayfa 72)

=> Sayfa 76, evinde hangi mobilyaları var

… Eğer dikkatli bir gözlemciyseniz birisiyle karşılaştığınızda sahip değilmiş gibi davranmasına rağmen sahip olduğu her şeyi hatta mutfak mobilyasını, sakladığı ve yakmayacağı her şeyi görecek, bu noktada kararlı olduğunu ve gidebildiği kadar ileri gideceğini göreceksiniz. Sanırım budak deliğinden veya geçitten geçerken yüklendiği mobilyalarını ardından sürükleyemeyen adam engellenmiş demektir. Temiz giyimli, iyi görünümlü görünürde özgür, taşınmaya hazır adamın “mobilyasının” sigortalı olup olmadığından bahsettiğini duyduğumda içimde bir acıma belirir. “Mobilyalarım ne olacak şimdi?” Mutlu kelebeğim örümcek ağına düşmüş demektir.

(Sayfa 77, 78)

     Kısa süre önce merhum bir kilise görevlisinin eşyalarının satıldığı bir müzayededeydim, verimsiz bir hayat yaşamışa benzemiyordu:

         İnsanın ettiği kötülük öldükten sonra da sürer.


    Hep olduğu gibi büyük bir bölümü ta babasından kalma eşyalardan oluşuyordu. Geri kalanlar arasında kurutulmuş bağırsak kurdu bile vardı. Bu eşyalar yarım yüzyıl boyunca tavan arasının tozları arasında kalmış ve yakılmamış, bir kamp ateşinde yakılmak veya yok edilmek yerine müzayedeye koyulmuş ve böylece fiyatları artmıştı. Konu komşu hevesle toplanıp aşyalara baktılar, hepsini satın aldılar ve evlerini düzenleyene kadar saklamak üzere dikkatle tozlu tavan aralarına taşıdılar. Ve işte her şeye yeniden başlayacaklar. İnsansa ölünce ölüyor.

(Sayfa 79)

Kısacası şayet sadece akıllıca yaşarsak bu dünyada yaşamanın cefa değil sefa olduğunu hem inanarak hem de deneyimle ikna oldum; ne de olsa daha basit yaşayan ulusların yaptıkları şeyler daha yapmacık olanların sporu olmuştur. Bir insanın hayatını alnının teriyle kazanması zorunlu bir şey değildir, benden daha kolay terlemiyorsa tabi.

(Sayfa 82)

     Yukarıda belirttiğim gibi yalnız başına gidecek olan kişi bugün yola çıkabilir, fakat başkasıyla birlikte seyahat eden kişiyse bir diğeri hazır olana kadar beklemek zorunda kalacaklardır, yola çıkmaları da bu yüzden uzun sürebilir.

(Sayfa 84)

=> Sayfa 84, hayır işleri ile ilgili düşünceleri

    Hiçbir şey çürümüş bir iyilik kadar kötü kokmaz.

(Sayfa 86)

… Her on köleden birinin gelirini geri kalanlar adına Pazar günü özgürlüğü satın almak için kullanan kişi sahtekâr köle taciridir. Kimisi yoksulları kendi mutfağında çalıştırarak onlara  olan şefkatini gösterir. Orada çalışanlar kendileri olsaydı çok daha şefkatli olmazlar mıydı? Gelirinin onda birini hayırsever işlerine ayırdığın için böbürlenirsin; belki de gelirinin onda dokuzunu böyle harcayabilirsin. Toplum mülkiyetin ancak onda birini kazanmış olur. Acaba böyle bir tablo mülkiyet sahibi olanların cömertliğinden mi yoksa adaleti sağlamaktan sorumlu olan memurların dikkatsizliğinden mi kaynaklanıyor?

(Sayfa 88)

 … Hayırsever genellikle insanlığı kendi yaşanmış da unutulmuş kederiyle bir atmosfer gibi sarmalar ve buna da sempati adı verilir. Umutsuzluğumuzu değil cesaretimizi, hastalığımızı değil sağlığımızı ve rahatlığımızı paylaşmamız gerekir. Tam tersinin bulaşıcı bir şekilde yayılmamasına özen göstermemiz gerekir. Güneydeki hangi ovadan feryatlar yükseliyor? Aydınlığımızı taşıyacağımız barbarlar nerede yaşıyor? Islah edeceğimiz şu ölçüsüz ve vahşi adam da kim? Şayet bir şey adamı sıkıntıya sokuyorsa ve bundan dolayı da adam işlevlerini yerine getiremiyorsa , hatta bağırsaklarında bir sorun varsa –çünkü burası sempatinin yatağıdır– hemen dünyayı reforme etmeye girişir. Kendisi de küçük bir evren olduğundan şunu keşfeder: (bu doğru bir keşiftir ve bunu yapacak olan da kendisidir) dünya yeşil elma yiyor; aslında onun gözünde dünya yeşil bir elmadır; insanoğlunun bu elmayı olgunlaşmadan önce kemirmeye başlaması düşüncesi bile kendi başına korkunç bir fikirdir; güçlü hayırseverliğiyle Eskimoları ve Patagonyalıları arar bulur, kalabalık Hint ve Çin köylerini kucaklar; bu yüzden birkaç yıllık hayırseverlik işiyle gücü elinde bulunduranlar onu kendi amaçları için kullanırken hiç şüphe yok ki kendi hazımsızlığını tedavi eder; dünya olgunlaşmaya başlıyormuş gibi bir veya iki yanağı donuk bir biçimde kızarır, yaşam kalabalıklığını kaybeder ya da daha yaşanılası bir hale gelir. İşlediğim kötü şeylerden daha büyüğünü hayal edemedim. Kendimden daha kötü bir adam görmedim ve hiç göremeyeceğim de.

(Sayfa 90, 91)

… Peygamberlerin ve kurtarıcıların bile insanın umutlarını onaylamaktan çok korkularını teselli ettikleri söylenebilir.

(Sayfa 91)

2. Nerede ve Ne İçin Yaşadım

.. Bir öğle sonrası, toprağı anlamak, toprağı elma bostanlarına, odunluğa ayırmak ve kapının dış tarafında hangi güzel meşe ve çam ağacının durmasına  ve her bir kavruk ağacın en iyi nasıl görüneceğine karar verebilmek için yeterliydi. Sonra araziye hiç karışmadım. Çünkü insan bir şeyleri ne kadar kendi haline bırakırsa o kadar zengindir.

(Sayfa 94)

… Benim aşiyanım öyle değildi, birden kendimi kuşlarla komşu bulmuştum; onlardan birini kafesleyerek değil, kendimi oraya zincirleyerek. Sadece bahçeye yada koruya sık gelenlerle değil, aynı zamanda köylünün sesini belki de hiç duymadığı ormanın neşeyle şakıyan kuşlarına da komşuydum; orman ardıcı, ardıç, kırmızı tangara, tarla serçesi, çobanladatan ve daha birçoğuna.

(Sayfa 98)

=> Sayfa 100, 101 sabahlara övgü

Düşünüp tasarlayarak yaşamak istediğim için ormana çekildim, sadece hayatın asli gerçekleriyle yüzleşebilmek için, zorunlu öğretilerini öğrenip öğrenemeyeceğimi görmek, ölüm günü geldiğinde yaşanmamışlıklarla karşılaşmamak için. Yaşamak o kadar güzel ki hayatın kendisi olmayanı yaşamak istemedim, gerekmedikçe boyun eğmeye niyetim vardı. Derinden yaşamak, yaşamın özünü emmek, gürbüz ve Spartavari yaşamak, yaşama dair olmayan her şeyi bozguna uğratmak, ekinleri köküncen biçmek, yaşamı köşeye sıkıştırarak en küçük anlamına kadar indirgemek, eğer adi olduğu ortaya çıkarsa (neden alçaklığın özü tümünde yer alsın ki) bu alçaklığı dünyaya duyurmak istedim; yok eğer asil idiyse de bunu deneyimleyerek yaşamak ve bir sonraki kısa yolculuğumda gerçek bir  anlam kazandırmak istiyordum.

(sayfa 103, 104)

=> Sayfa 104 sadelik sadelik sadelik!!

    Böyle telaş içinde yaşayıp hayatı çarçur etmek niye? Daha acıkmadan açlıktan ölmeye hazır gibiyiz. Söküğe zamanında tek bir dikiş atarsan ayrın dokuz dikiş atmak zorunda kalmazsın derler, ama insanlar yarın dokuz dikiş atmamak için bugün bin dikiş atıyorlar.

(Sayfa 105, 106)

3. Okumak

=> Sayfa 115 Kitaplarla ilgili düşünceleri özellikle klasiklerle ilgili

     Büyük İskender’in sefere giderken İlyada’yı değerli bir kutunun içinde yanında taşımasına şaşmamalı. Yazılı bir kelime kutsal emanetlerin en seçkin olanıdır. Yazı bizimleyken daha kişisel ama diğer sanat ürünlerinden daha evrenseldir. Yaşamın kendisine en yakın sanat eseri odur. Yazı, her dile çevrilebilir, sadece okunmakla kalmaz aynı zamanda her insanın dudağından dökülen kelimelere dönüşebilir; sadece tuval ya da mermere değil aynı zamanda yaşam enerjisinin kendisine dahi işlenir. Antikçağda yaşamış bir kişinin düşüncesinin sembolü, modern çağda yaşamış bir kişinin düşüncesinin sembolü, modern çağda yaşamış bir kişinin konuşmasına dönüşür. İki bin tane yaz mevsimi Yunan edebiyat eserlerine aktarılmıştır. Bu çağın heykelleri, koyu sarı ve sonbahar tonlarındadır; zamanın aşındırmasından korunmak için kendilerine has dinginlik ve semavi havayı gittikleri her yere götürmüşlerdir. Kitaplar dünyanın en zengin hazineleridir, nesiller ile ulusların zinde mirasıdır.

(Sayfa 117)

=> Sayfa 119, ‘Kolay Okuma’ başlıklı kitaplar

    Bütün kitaplar okuyucuları kadar renksiz değildir. İçinde bulunduğumuz duruma işaret eden kitaplar vardır muhtemelen; onları gerçekten duyup anlayabilirsek hayatımızın baharından ve sabahından daha etkili olacak, olaylara yeni açıdan bakmayı öğretecektir. Kaç insanın, okuduğu bir kitap sayesinde hayatı değişmiştir. Kitap belki içimizdeki mucizeleri açıklamak ve ortaya çıkmak için vardır. Şu anda açıklayamayacağımız şeyler, başka bir yerde açıklanıyor olabilir. Bizi şaşırtan, kafamızı karıştıran, rahatsız eden bu sorular, zamanında bilge adamların da zihnini meşgul etmiştir.

(Sayfa 123)

… Çiftçi ve tüccarların değer verdiklerine çok fazla harcama yapılabilir ama akıllı kimselerin çok daha değerli bulduğu şeylere para harcanması Ütopya olarak görülmüştür

(Sayfa 125)

4. Sesler

=> Sayfa 128 ilk yaz mevsimi keyifli okumalık

… Zaten kuşlar ve çiçekler de beni kendi ölçütlerine göre değerlendirselerdi ben de onları kusurlu bulurdum. İnsan işini kendi içinde bulmalı, doğrusu budur. Doğal bir gün sakin geçer  ve kişiyi miskinliği nedeniyle kınamaz. 

    Kendi yaşam biçimimde en azından bu avantaja sahiptim, diğerleri hep eğlenceyi dışarıda, toplumda ve tiyatroda aramak zorundaydı. Oysa benim eğlencem hayatımın kendisiydi ve hiçbir zaman özgünlüğünden bir şey kaybetmedi. Hayatım birçok sahneden oluşan ve sonu gelmeyen bir drama gibiydi. Yaşamımızı her zaman kendimiz kazanıyor olsaydık ve ona yaşayarak öğrendiğimiz en iyi ve en son yöntemle şekil verseydik can sıkıntısının hayatımızda yeri olmazdı. Dehanızı yakından takip edin size her saat başı yeni bir bakış açısı kazandırdığını göreceksiniz. Ev işleri keyifli meşgalelerden biriydi.

(Sayfa 129)

=> Sayfa 133, 134, treni küheylana benzetmesi

… Gittiğin yol hariç tüm yollar kaderin yolu. O yüzden kendi yolundan ayrılma!

(Sayfa 135)

… Şu vagon dolusu eski püskü  yelken bezleri kâğıt ya da kitap halinde basılsaydı bu kadar okunaklı ve ilginç olamazdı. Kim başından geçen fırtınaları bir yırtık yelken bezi kadar açıklayabilir ki?

(Sayfa 137)

=> sayfa 139, sığır treni

=> Sayfa 141, çobanaldatan ve diğer kuşların ötüşü, güzel anlatımlar

=> Sayfa 145, horozla ilgili anlatımlar

5. Yalnızlık

… Kendi güneşim, ayım, yıldızlarım ve kendime özgü küçük bir dünyam var. Geceleri evimin önünden geçen veya kapımı olan bir yolcu olmaz, sanki ilk ve son insan benmişim gibi; bahar geldiğindeyse aralıklarla mezgit avlamaya gelenler olur(aslında Walden Gölü’nde daha çok kendi kişiliklerini avlarlar ve oltalarına yem olarak karanlık takarlar), kısa süre sonra hafif kovalarıyla ayrılırlar “dünyayı karanlığa ve bana” bırakırlar, komşu kişiler, hiçbir zaman gecenin siyah çekirdeğini kirletmediler. İnsanlığın karanlıktan korktuğunu düşünüyorum, Hristiyanlık ve mumlar yaygınlaştırılıp tüm cadılar yakıldıktan sonra bile.

(Sayfa 149)

… insanlar bana sık sık “ Orada kendini yalnız hissediyor, kasabalıya yakın olmak istiyorsundur, özellikle yağmurlu ve karlı günler ve geceleri…” diyorlar. İçimden şöyle cevap vermek geliyor; içinde yaşadığımız şu koca dünya uzaydaki küçük bir noktadan başka bir şey değildir. Ötedeki yıldızlarda, yaşayan iki kişi birbirinden ne kadar uzaktadır biliyor musunuz; aygıtlarımız gezegenlerin çekirdeğini dahi ölçemiyorken? Neden yalnız olayım ki? Gezgenimiz Samanyolu’nun bir parçası değil mi? Bu sorduğunuz sorun en önemli sorun değil bence? Mesafe bir kişiyi nasıl yoldaşlarından ayırıp yalnız bırakabilir ki? Bacaklarımızla sarf ettiğimiz  hiçbir  çaba iki zihni birbirine yakınlaştıramaz. En çok ne üzerine yerleşmek isteriz? Muhtemelen çok az insan, insanların kalabalık olduğu, tren istasyonu, postane, bar, toplantı evi,

 okul, manav, Beacon Tepesi veya Five Points diye cevap verecektir ancak bütün tecrübelerimizin kökünde yatan şey olan hayatın uzun ömürlü kaynaklarına yakın oturmak birçok kişinin isteğidirİ tıpkı söğüt ağacının suya yakın yaşayıp dallarının ona doğru salınması gibi… Tabiatı farklı olanlar için bu değişken bir durumdur, ama bu bilge bir kişinin evinin temelini attığı noktadır.

(Sayfa 151, 152)

   Hiç ilgimi çekmeyen bir deneyin parçasıyız. Bu şartlar altında bir süre için de olsa dedikodu yapmadan yaşayabilir miyiz? Kendi düşüncelerimiz bizi neşelendirmek zorunda mı? Konfüçyüs bunun için çok yerinde bir ifade kullanıyor: “ Erdem, terk edilmiş bir yetim olamaz; komşu edinmeye mecburdur.”

(Sayfa 153)

Zamanın  büyük bir kısmında yalnız kalmanın daha erdemli olduğunun farkındayım. Bir grubun parçası olmak birileriyle beraber olmak en iyisiyle dahi olsa bir süre sonra yorucu ve vakit kaybıdır. Yalnız olmayı seviyorum. Yalnızlık kadar sıcakkanlı bir yoldaş tanımadım. Dışarı çıkıp insanlara karıştığımızda evimizde olduğundan daha yalnız kalırız. Düşünen ve çalışan bir kişi her zaman yalnızdır bırakın da öyle kalsın.

(Sayfa 154)

     Toplum,genellikle çok sığdır. Sık sık buluştuğumuz için birbirimize yeni değerler kazandıracak vakit kalmıyor. Küflü birer peynir olan bizler günde üç öğün buluşup  her seferinde başkalarına yeni tatlar vermeye çalışıyoruz. Bu sık buluşmaları katlanılır hale getirmek ve çatışmamak için görgü  kuralları ve kibarlık dediğimiz kurallar dizisine uymak zorundayız. Her gün postanede, kalabalıklarda ve her akşam ateş başında buluşuruz; kalabalıklarda yaşar, birbirinizin yolunda durup köstek oluruz ve bence bu yüzden karşılıklı saygıdan bir şeyler kaybederiz. Daha az görüşerek önemli ve samimi konulardaki iletişimimizi artırabiliriz. Fabrikada çalışan kadınları düşünün; asla yalnız kalmazlar, rüyalarında bile zor. Benim yaşadığım yerdeki gibi, kilometrekareye bir kişi düşseydi daha iyi olurdu. Bir kişinin değeri derisinde değildir ki ona dokunup değer biçelim. 

(Sayfa 155)

    Evimde bana eşlik eden pek çok şey var; özellikle kimsenin aramadığı sabah saatlerinde. Birkaç örnek vererek durumu sizlere aktarayım. Walden Gölü’nde yüksek sesle kahkaha atan dalgıç kuşu ya da gölün kendisinden daha fazla yalnız değilim. Bu gölün hiç arkadaşı var mı Tanrı aşkına? Ama gök mavisi sularında, mavi şeytanlar değil, mavi melekler var.Güneş de yalnızdır, sadece bulutlu havalarda iki taneymiş gibi gözükür, oysa biri yalancı güneştir. Tanrı da yalnızdır; ama şeytan yalnız olmaktan çok uzak; ona eşlik eden birçok kişi var; o bir ordudur. Ben ise doğadaki sığırkuyruğu veya bir karahindibadan daha yalnız değilim; ne bir fasulye yaprağından, kuzukulağından, at sineğinden, ne de bir yaban arısından… Ne bir Brook yel değirmeninden, rüzgar gülünden, kuzey yıldızından, güney rüzgârından, nisan yağmurundan, ocak soğuğundan ne de yeni bir eve yerleşen ilk örümcekten daha yalnız değilim.

(Sayfa 156)

6. Ziyaretçiler

Bu kadar küçük bir evde yaşadığım zorluklardan biri de büyük düşünceleri büyük kelimelere dökmeye başladığımızda misafirimle aramdaki mesafenin yeterli olmamasıdır. Düşüncelerinin önce yelken açıp bir kaç tur attıktan sonra limana gelmesini istiyorsun. Düşünce kurşununun yan ve sekme hareketlerinin üstesinden gelip dinleyicinin kulağına ulaşmadan kesin hedefini bulması gerekir, aksi takdirde hedeften sekecektir. Ayrıca cümlelerimizin açılıp gelişmesi ve aralarda sütunlar oluşturabilmesi için de yer gerekir. Bireyler de milletler gibi uygun genişlikte doğal sınırlar, hatta tarafsız bir bölge koymalı aralara. Gölün karşısında bulunan bir yoldaşla konuşmanın  benzersiz bir lüks olduğunu fark ettim.  Benim evimde ise o kadar yakındık ki birbirimizi duymamaya başlamıştık, birbirimizi duyacak kadar alçak sesle konuşamıyorduk. Hani durgun suya attığın taşlar birbirinin o kadar yakınlarına düştüğünde  birbirinin dalgalarını keserler ya ie öyle. eğer biz öylesine geveze ve çaçaron insanalrsak, nefeslerimizi hissedebileceğimiz kadar birbirimize yakın durabiliriz. Fakat temkinli ve düşünceli konuşuyorsak, ayrı kalmayı isteriz ki tüm o vahşi sıcaklık ve nem buharlaşma şansı bulsun. Eğer hepimizin  içinde var olan veyahut konuşulmayan tarafımızla en yakın arkadaşlığı tatmak istersek sadece susmamalı birbirimizi duyamayacak kadar da bedensel olarak uzakta kalmalıyız. Standartlara göre konuşma eylemi ağır işitenler için bir avantaj olabilir fakat bağırmak zorunda olduğumuzda söyleyemediğimiz pek çok güzel şey vardır.

(Sayfa 160, 161)

7. Fasulye Tarlası

=> Sayfa 179,  ekim için kazı yaptığında çıkardığı ok başları

    Güneşli öğleden sonralarında bir gece baykuşu dolanırdı kafamın üzerinde. Bazen günün en önemli olayı o olurdu. Tıpkı gözdeki ya da cennetin gözlerindeki bir zerre gibiydi. Bazen sanki gök yarılmış paramparça olmuş da dikişsiz bir parça gibi kalmışçasına ani bir ses  ile tepe taklak düşerdi yere. Küçük tüyler uçuşurdu havada. Çıplak toprak üzerine ve tepedeki en yüksek kayalara yumurtalarını bırakırlardı. Burada onları çok zor bulurlardı. Bu kuşlar göl üzerinde  su dalgalarının oluşturduğu ince  dalgalanmalar gibiydiler. Rüzgârın yaprakları huşu içinde kırpıştırdığı zaman da aynı inceliği görebilirsiniz doğada. Baykuş dalgaların havadaki kardeşleridir aslında, havada gezinen ve etrafı kolaçan eden kardeştir. Onun o hava dolu mükemmel kanatları denizin henüz toy acemi ana kanatlarına birer cevaptır adeta. Bzen de bir çift baykuşun havada alçalıp tekrar havalanmalarını, daireler çizmelerini, birbirlerine yaklaşıp uzaklaşmalarını izlerken onların benim düşüncelerimin vücut bulmuş halleri olduğunu düşünürüm.

(Sayfa 182, 183) 

=> Sayfa 185, Pythagoryan olmak ve fasulyeler

… Hasat etmediğim fasulyeler de yetişiyor. Kısmen de olsa dağ sıçanları için büyümüyorlar mı? Buğday başı (Latince’de  spica , eski hali speca, umut etmek anlamına gelen spe, kökünden)  çiftçinin tek umudu olmamalı. Buğdayın özü ya da tanesi (ranum, taşımak anlamındaki erendo kökünden) buprayın verebileceği tek şey değil ki.O zaman nasıl kötü bir hasat olduğuınu söyleyebiliriz ki. Kuşların tahıl cenneti olan o yabani otların tohumlarının bolluğuna hiç mi sevinmemeli! Tarlaların çiftçinin ambarını doldurması çok da elzem değildir. Gerçek ziraat adamı endişelenmeyi bırakır –tıpkı ormandaki ağaçlar bu yıl kestane verecek mi diye endişelenmeyen sincap gibi– günlük işlerini bitirir., tarlasındaki ürünler üzerinde hak iddia etmez ve sadece ilk meyvesini değil son meyvesini de gözden çıkarmaya hazır olur.

(Sayfa 191)

  8. Köy

    Bazı zamanlar karanlık ve çamurlu bir gecede geç saatlerde eve geldikten sonra gözlerimin göremediği yolu ayaklarım hissettiğinde  sürgüyü kaldırmak için elimi kaldırmam gerektiğinden kendime gelene kadar hayallere dalardım ve yürüyüşümden tek bir şey bile hatırlamazdım. Belki de efendisi serbest bırakırsa tıpkı elimin ağza giderken kimseye ihtiyaç duymaması gibi bedenimin yolu kendiliğinden bulacağını düşünüyordum. Birçok kez bir ziyaretçi geç saatlere kadar kaldığında ve karanlık iyiden iyiye bastırdığında evin arka kısmındaki at arabası yoluna kadar ona eşlik etme zorunluluğu hissederdim ve izlemesi gereken yolu gösterirdim ve gözlerindense  ayaklarının onu yönlendirmesini sağlamaya çalışırdım.

(Sayfa 196, 197)

      … Fakat kişi nereye giderse gitsin insanlar peşinden gelip  kirli kurumlarını bulaştırırlar ve şayet yapabiliyorlarsa umutsuz sosyal yardımlaşma ağlarına zorla sokmaya çalışırlar.  Doğrudur, az çok zor kullanarak buna direnebilirdim, topluma karşı gelerek “ölümüne saldırma isteğiyle yanıp tutuşan” birisi olabilirdim; fakat toplumun bana saldırması tercih ettim çünkü asıl umutsuz olan toplumun bizatihi kendisidir. …

(Sayfa 198)

9. Göller 

=> Sayfa 204,  Walden Gölü’nün uzunca anlatımı

=> Sayfa 211 Walden adı nereden geldiğini anlatan kızılderili efsanesi

    Bir yaz günü  öğleden evvel kayığım kuma değinceye kadar arkama yaslandım, hayallere dalıp gittim. Yazgımın beni nereye götürdüğünü görmeye çalıştım. Tembel tembel geçirdiğim günler en çekici ve üretici günlerdi. Öğleden önceki birçok zamanı çalmışımdır ki günün  en değerli zamanlarını böyle geçirmeyi tercih etmişimdir. Para açısından olmasa da güneşli saatler ve yaz günleri açısından zengindim ve bol bol harcadım. Zamanımı atölyede veya hocalık kürsüsünde geçirmediğim için de hiç pişmanlık duymam. Fakat bu kıyıları terk ettiğimden beri oduncular ağaçları gereksiz yere kesmeye devam ettiler ve uzun yıllar ormanın koridorlarında yürüyüp fırsat buldukça ağaçların arasından suya bakmak imkânsız hale gelecek. İlham Perim sessizliğe bürünmüşse bir nedeni vardır. Ağaçları kesilen kuşlardan şarkı söylemelerini nasıl bekleyebiliriz ki?

(Sayfa 221)

=> Sayfa 225 Flints gölü,  zengin çiftçilik, Ege Denizi

10. Fırıncı çiftliği

=> Sayfa 236

11. Yüksek İlkeler

… Fakat itiraf etmeliyim ki kuş bilimi üzerine çalışmanın bundan daha ince yollarının düşünme eğilimindeyim şu anda. Kuş davranışlarının daha yakından gözlemlenmesi gerekir. Yalnızca bu sebepten de olsa silahımı bırakmayı istedim Fakat merhamete sığmasa da bunların yerine bazı sporların bir kenara atılmasına şüpheyle bakıyorum. Bazı arkadaşlarım çocukların avlanmasına izin vermeleriyle ilgili kaygılarından bahsettiklerinde –eğitimimin en önemli parçalarından bir tanesi olduğunu da aklımda tutarak– bırakın avlansınlar …

(Sayfa 243, 244) 

(hayal kırıklığı, ama doğru yolda )

=> Sayfa 246,  ev işleri, et yememek, oburluk

… Kendi deneyimlerimi bir kenara bırakırsam tıpkı daha uygar kabilelerle karşılaşan vahşi kabilelerin birbirlerini yemeyi bırakması gibi insan ırkının da tedrici ilerlemeyle birlikte et yemeyi bırakması da şüphesiz yazgısının bir parçasıdır.

(Sayfa  248)

=> Sayfa 249,  Et yemenin hayal gücü ile alakası

… Doğal gökyüzünü afyon kullanan birinin cennetine tercih etmekle aynı sebepten dolayı uzun süredir su içmekten memnunum. Her zaman uyanık olmak isteyebilirim. Sonsuz sayıda sarhoşluk  derecesi vardır. Suyun yalnızca bilge kişinin içeceği olduğuna inanıyorum. Şarap çok asil bir içecek değildir. Sabahın getirdiği umutları bir fincan sıcak kahveyle, akşamınkileriyse bir fincan çayla nasıl parçaladığınızı düşünün. Ah, bunlardan dolayı baştan çıkıp nasıl alçalıyorum! Hatta müzik bile sarhoş edici olabilir.  Yunanlıları ve Romalıları böylesine küçük sebepler yok etmiştir ve İngiltereyle Amerika’yı da yine bunlar silip süpürecek. Tüm sarhoşluklar içinde nefes aldığı havayla sarhoş olmayı kim istemez ki?

(Sayfa 249)

Bir adamı ağzına attığı lokma değil, o lokmaya olan iştah kirletir.

(Sayfa 251)

12. Düşüncesiz Komşular

=> Sayfa 260,  evinde barınan, arkadaş olduğu fare

=> Sayfa 262, daha az huzurlu şeyler, karıncaların savaşı

… Gölün taşlı kıyısı boyunca yürüyen bir kedi gördüğümde çok şaşırmıştım çünkü evden bu kadar uzakta nadiren dolaşırlar. Sürpriz karşılıklıydı tabii. Tüm gün bir kilimin üzerinde uyuklayan evcil kedi bile ormanda dolaşırken kendisini evindeymiş gibi hisseder, sinsi ve kurnazlığıyla bölgenin sıradan sakinlerinden daha yerli olduğunu kanıtlar .

(Sayfa 267)

=> Sayfa 249, dalgıç kuşu ile oynadığı oyun, kuşun kahkahaları

13.  Evin Isıtılması

=> Sayfa 275, 276  Yabanarılarının eve gelişi

=> Sayfa 279, Düşlediği büyük, kalabalık evin tasviri

    Köstebekler kilerimde yuva yapmışlardı. Her üç patatesten birini götürüyorlardı ve sıva işinden arta kalan saç ve kahverengi kâğtlardan rahat bir yatak bile yapmışlar. En vahşi hayvan bile tıpkı insan gibi rahatlığı ve sıcaklığı sever. Kendilerini dikkatle koruduklarından kışı geçirebiliyorlardı. Bazı arkadaşlarım sanki ormana sırf kendimi dondurmak amacıyla gelmişim gibi konuşurlar. Hayvan korunaklı bir yerde vücut ısısıyla ısınan bir yatak yatak yapar sadece. Fakat ateşi bulan insan geniş bir daireye hava depolar ve onu ısıtır. Kendisine sürtünmek yerine orada kendisine bir yatak yapar. Kalın giysileri bırakarak kışın ortasında yazı yaşarmışçasına ortalıkta dolaşır. Hatta pencerelerden ışık alır ve bir lambayla günü uzatır. Böylece içgüdülerinden birkaç adım öteye gider ve güzel sanatlar için zaman kazanır. Uzun bir süre kaba bir yaşama maruz kaldığımdan tüm vücudum uyuşmaya başlamıştı. Evim samimi bir hale gelince yetilerimi yeniden kazandım ve yaşamımı uzattım. ne en lüks evlere sahip olmanın çok da övünülecek bir tarafı var ne de insan ırkının bir gün yok olacağını düşünerek kendimize zulmetmemizin bir gereği var. Kuzeyden esen azıcık bir rüzgârla ırkın pimini çekmek çok kolay olabilirdi. Soğuk Cumalardan ve Büyük Karlardan beri yaşamımızı sürdürüyoruz. Fakat azıcık daha soğuk bir Cuma veya azıcık daha büyük bir kar insanın dünyadaki varlığına son verebilir.

(Sayfa 290)

14.  Önceki sakinler ve kış ziyaretçileri  

=> Sayfa 304, 305 çizgili baykuşun yarım gözleri

     Uzak diyarlardan en yoğun karları ve en kasvetli fırtınaları aşarak gelen kişi bir şairdi. Bir çiftçi, bir avcı, bir asker, bir gazeteci, hatta bir filozof korkabilir ama bir şairi kimse engelleyemez, çünkü bir şair saf aşkla hareket eder. Gelişlerini gidişlerini kim bilebilir ki? Uğraştığı şey gereği her an iş başındadır. Hatta doktorlar derin uykularındayken bile. …

(Sayfa 305)

15. Kış hayvanları

=> Sayfa 309, 310 kış hayvanları

Kimi zaman ay ışığının belirginleştiği gecelerde kar kabuğunun çevresinde dolaşıp duran tilkileri duyardım. Bir keklik  ya da başka bir şey ararken orman köpekleri gibi kendilerini hırpalayarak şeytan gibi bağırıyorlardı. Sanki bir kaygıyla başa çıkmak veya kendilerini ifade etmek, ışık sıkıntısını çözmek ve aynı köpekler gibi caddelerde özgürce dolaşmak istiyorlardı. Çağları hesaba katarsak insanlar arasında olduğu gibi, hayvanlar arasında da medeniyet gelişemez miydi? Bana yeraltındaki oyuklarda yaşayan ilkel insanlar gibi geliyorlardı. . Hâlâ savunmada bekliyorlar gibiydi. Bazen içlerinden birisi ışığı görüp pencereme kadr gelir, havlayarak tilkice bir lanet yağdırır ve sonra da çekip giderdi.

(Sayfa 311)

=> Sayfa 314, baştankaralar

… Bir keresinde bir köy bahçesinde çapalama yaparken bir anlığına omzuma bir serçe konmuştu ve omzuma hangi apoleti takarsam takayım o andaki kadar  seçkin olamazmışım gibi hissettim. Nihayet serçeler de alıştıktan sonra fırsat buldukça iyice yakınlaşıp ayakkabılarıma bile tırmanılardı.

(Sayfa 314)

    Tavşanları ve keklikleri olmayan bir ülke nasıl bir ülkedir? En basit ve en özgün hayvanlar arasındadırlar. Antikçağlardan  modern zamanlara kadar tanınan en saygın ailelerdir. Doğa’nın renginden ve özünden gelirler. Yapraklara, zemine ve daha birçok şeye en çok benzeyen hayvanlardır. Ya kanatlı ya da ayaklıdırlar. Bir tavşan veya keklik ortaya çıktığında vahşi bir şey görmüş gibi olman zordur. Hışırdayan yapraklar kadar doğal şeylerdir. Ne tür  bir devrim yaşanırsa yaşansın toprağın hakiki yerlileri gibi keklik ve tavşanın da zenginleşeceği kesindir. Şayet ormanlar yok olursa, yeşeren çalılar ve filizler onları saklar ve sayıları hiç olmadığı kadar artar.mBir tavşanı beslemeyen ülke aslında zavallı bir ülkedir. …

(Sayfa 320)

16. Kış Mevsiminde Göl

     Durgun bir kış akşamında zihnime üşüşen sorularla uyandım. Uykumda ne-nasıl-ne zaman-nerede gibi sorulara cevap vermekle uğraşıyordum. Fakat tüm yaratıkların evi olan Doğa gözlerini açıyor, huzurlu ve memnun bir yüzle geniş penceremden içeri bakıyordu. Dudaklarında hiçbir soru yoktu. Doğaya ve günışığına cevaplanmış bir soruyla uyandım. Genç çam ağaçlarıyla bezeli toprağın üzerinde kalın bir kar tabakası vardı ve evimin olduğu tepenin eğimi “ İleri!” der gibiydi. Doğa ne biz ölümlülerin sorduğu soruları sorar ne de cevap verir. Kararını çok uzun süre önce vermiş zaten.

(Sayfa 321)

 … Genelde meraklı bir göz alçak ufku olan tepelerdeki ilkel bir gölün kıyılarını bulabilir ve tarihlerini saklamak için ovanın iki taraflı olarak yükselmesine gerek olmayabilir. Fakat anayollarda çalışanların bildiği gibi oyukları bulmanın en kolay yolu yağmur sonrası oluşan su birikintileridir. Az da olsa müsaade edildiği takdirde hayal gücü Doğadan daha derine dalıp daha yükseklere çıkar. Muhtemelen bu yüzden okyanusun derinliğinin genişliğiyle karşılaştırıldığında çok önemsiz kaldığı anlaşılacaktır.

(Sayfa 327)

17. İlkbahar 

=> Sayfa 345 – 349 kumlar, Doğanın ve insanın benzerlikleri

=> Sayfa 351, ilkbaharın ilk serçesi, ilkbahar tanımları

… Evimin etrafında uzun süredir sarkmış olan çam ağaçları ve meşeler birden çeşitli özelliklerini açığa vurmaya başladılar. Daha parlak, daha yeşil, daha diri ve canlkı görünüyorlardı. Sanki yağmur onları temizlemiş ve geri getirmişti. Artık yağmur yağmayacağını biliyordum. Ormandaki herhangi bir dala veya odun yığınlarınıza bakarak kışın geçip geçmediğini söyleyebilirsiniz. Hava karardığında güneydekki göllerden geç saatlerden gelen yorgun yolcular gibi ormanın üzerinden alçak uçuş yapan kazların sesini duyunca, sonunda sınırsızca şikâyet ettiklerini ve karşılıklı tesellilerde bulunduklarını görünce çok şaşırmıştım. Kapımda dururken kanatlarının hışırtısını duyabiliyordum. Evime doğru gelirken birden yanan ışığımı farkettiler ve sus pus olup göle kondular. Ben de içeri girip kapıyı kapattım ve ormandaki ilk ilkbahar gecemi geçirdim.

(Sayfa 353)

   … İlkbahar hâlihazırda gelmişken biz kış mevsiminde tıkılıyoruz. Hoş bir ilkbahar sabahında tüm insanların günahları affedilir. Böyle bir gün kötülükle ateşkesin yapıldığı bir gündür. …

(Sayfa 355)

… Sanırım ona Bozdoğan diyorlardı: fakat bu çok da önemli değildi. ne bir kelebek gibi kanat çırpıyor ne de daha büyük bir atmaca gibi uçuyordu. Gurur dolu bir güvenle havada süzülüyordu. Bir uçurtma gibi dönüp duruyordu ve yüksekte attığı taklalardan sonra yeniden doğruluyordu. Sanki terra firma’ya hiç ayak basmamıştı. Evrende eşi benzeri yok gibiydi. Orada tek başına uçup duruyordu. Sabahtan ve içinde oynadığı gökyüzünden başka bir şeye ihtiyacı yoktu. Yalnız değildi ancak altındaki tüm dünyayı yalnız bırakmıştı. Onun için kuluçkaya yatan annesi, akrabaları ve babası gökyüzünde neredelerdi? Gökyüzüydü onun evi. Yeryüzüyle olan ilişkisi kimi zaman sadece bir uçurumun yarığında kuluçkaya yatmasınddan ibaretti;  veya acaba evi bir bulutun köşesinde miydi ki? Gökkuşağı süslemelerinden veya günbatımındaki gökyüzünden dokunan ve yumuşak bir yaz ortasında yeryüzünden gelen bir sisle mi örülmüştü. Yuvası  kayalıları andıran bir buluttur şimdi.

(Sayfa 357, 358)

… Keşfetmeye ve her şeyi öğrenmeye bu kadar hevesleyken aynı zamanda da her şeyin gizemli ve keşfedilmemiş kalmasına, toprakların ve denizlerin sonsuz bir yabanilik ve el değmemişlik içinde ve bilinemez oldukları için bilinemeyen bir şey olarak kalmasına ihtiyaç duyarız. Asla yeterli bir Doğa’ya sahip olamayız. Hiç tükenmeyen gücüyle, geniş ve muazzam özellikleriyle, kaza kalıntılarının olduğu deniz kenarlarıyla, yaşayan ve çürüyen ağaçlarının yabaniliğiyle, şimşek bulutlarıyla ve 3 hafta süren taşkınlara neden olan  yağmurlarıyla yenilenmemiz gerekiyor. Kendi sınırlarımızın aşıldığına  ve hiç ayak basmadığımız yerlerde özgürce yeşeren yaşamlara tanık olmamız gerekiyor. Bizi tiksindiren ve cesaretimizi kıran leşten beslenen bir akbabanın buradan sağlık ve güç kazandığını gördüğümüzde neşeleniriz. …

(Sayfa 359)

  Ormanı terk etmemin oraya gitmemdeki kadar iyi bir sebebi vardı. belki de yaşanası birçok hayatım var gibi görünüyordu ve artık bu hayata daha fazla zaman veremezdim. Belli bir yola bu kadar ve duygusuzca girmek ve kendimiz için aşınmış bir yol yaratmak ilginç bir şey.

    kapımın önünden göle kadar uzanan  bir yol yapmadan önce orada yaşayalı daha bir hafta bile olmamıştı. Oraya ayak basalı 5 ya da 6 yıl olsa da, hâlâ oldukça belirgindir. Doğru, korkarım ki başkaları da benim açtığım yolu kullandılar ve böylece yolun açık kalmasına yardımcı oldular. Yer yüzeyi yumuşak ve insan ayaklarına hassastır.  Zihnin  geçtiği yollar da böyledir işte. Dünyanın ana yolları ne kadar da eski ve tozlu! Gelenek ve bunlarda kurallara uymanın açtığı oyuklar ne kadar da derin! Kamadan ziyade gemi direğinin önünde ve yeryüzünün güvertesinde yol almak istiyorum çünkü ay ışığını ve dağları en güzel ordan görebilirim. Şimdi aşağı inmek istemiyorum.

(Sayfa 364, 365)

… Bir yerde sınırsızca konuşmayı umuyorum.

(Sayfa 366)

=> Sayfa 368, 369 Kouroo şehrindeki mükemmeliğin peşindeki sanatçı

… Söyleyeceğiniz şeyi söyleyin, söylemeniz gerekeni değil. Herhangi bir hakikat inandırılmaktan daha iyidir. …

(Sayfa 369)  

Şayet tüm zamanım bir örümcek gibi tir tavan arasının köşesine sıkışsaydı kendimle ilgili düşüncelerim varken dünya bana olduğu şekliyle kocaman gelirdi. 

(Sayfa 370)

… Filozof, “ Üç bölükten oluşan bir  ordunun generalini alıp onu bozguna uğratabilirsiniz; fakat en aşağılık ve kaba  bir adamdan düşüncelerini alamazsınız.” demiş. …

(Sayfa 370, 371)

=> Sayfa  372,   yolcu çocuğa bataklığın zeminini sormuş

=> Sayfa 374 bilge olduğumuza dair güvenimiz tam

=> Sayfa 375 60 yıl boyunca kalan kurt

Leave a Reply