İlk Basım Tarihi:
Çeviren: Deniz Keskin
Giriş: Arka Bahçe Biyolojisi
(münzevi bülbül ardıcı / Catharus guttatus)
Avcumun ortasında sere serpe yatan bu tüyle kaplı ufacık şey o kadar hafifti ki sanki daha az önce kanat çırpan, kanlı canlı hayvan değildi de sadece bir kuş fikrinden ibaretti.
(Sayfa 15)
…“Çevre açısından, yapabileceğimiz en radikal hareket evde kalmaktır.”
(Sayfa 16)
2020’nin ilk aylarında COVID-19 pandemisi yüzünden yaşanan kapanmalar neredeyse herkesi, bazen aylar boyunca, evde kapalı kalmaya mecbur bıraktı. Çevre de bu duruma tepki verdi. Büyük şehirlerin kirli havası temizlendi, Venedik kanallarına balıklar geri döndü, otları biçilmeyen yol kenarlarında çiçekler açtı, vahşi yaşam her yerde kendini göstermeye başladı: Vancouver ve New York limanında balinalar, Barselona sokaklarında domuzlar görüldü. Manşetlere doğanın dirençliliği olarak yansıyan bu olaylara dair yürütülen araştırmalar, bu gibi gözlemlerin trafikte, ticarette, sanayide diğer modern yaşam meşgalelerinde yaşanan yavaşlama kaynaklandığını ortaya koydu. Örneğin Florida ve Brezilya’da denize girenler azalınca insan etkisinden kolayca zarar görebilen kıyı kuşlarının ve deniz kaplumbağalarının yuvalanma alanları genişledi, yollardaki araçların sayısı azaldıkça Kaliforniya’daki dağ aslanlarından Polonya’daki kirpilere, Tazmanya’daki fırça kuyruklu keseli sıçanlara dek pek çok hayvanın araç çarpması sonucunda ölme sıklığı da azaldı. Şehrin gürültüsü azalınca San Francisco’daki porsuk serçeleri daha kısık sesle ötmeye başladı, Alaska’nın Glacier Koyu’nda artık turist gemilerinin ve yatların su altında yarattığı gürültüyle rekabet etmek zorunda kalmayan kambur balinalar farklı sesler çıkararak iletişim kurmaya başladı. İnsan faaliyetlerinin azaldığı her noktada doğanın uyum sağlayıp boşlukları doldurduğu, biyologların “antropoz” (anthropause) olarak adlandırmaya başladığı duraklama döneminden hemen faydalandığı görüldü. Fakat eve kapanmanın sonuçları dünya çapında vahşi yaşamın yeniden canlanmasını sağlamaktan ibaret değildi. Bu vesileyle insanlar fark etme becerilerinin keskinleştiği bir konuma da geldiler.
(Sayfa 17,18)
=> Sayfa 20,21 Ugandalı doğa bilimci ve Batwa halkından adam
… Ben bunu mümkün olanın, gözlem zaman zaman yapılan bir şey değil de bir varoluş biçimi olduğunda, derinlik kazanıp alışkanlık haline geldiğinde insanın başarabileceklerinin bir kıstası olarak görüyorum. Bu örnek ayrıca bu gibi becerilerden uzaklaşmamızın büyük oranda çevresel koşullarla, sürekli kapalı mekânda yaşamakla, dikkatimizi medyaya ve teknolojiye odaklamamızla ilgili olduğunu da gösteriyor. Doğada hayatta kalabilmek için gerekli olan alışkanlıkların varlığını sürdürdüğü yerlerde insanların doğaya dair algıları hâlâ keskin ve bu beceri seviyesi bir ölçüye kadar hepimiz için ulaşılabilir bir şey. Türümüzün ortak geçmişinde arıların izini sürmek telefonda mesajlaşmaktan çok daha büyük bir yer kaplıyor. Dolayısıyla arka bahçe biyolojisiyle yeniden tanışıklık kazanmak aslında bir keşif değil, hatırlama eylemi.
(Sayfa 21)
Bu kitap benim için birer rehber niteliği taşıyan ve icra edildiği yerden bağımsız olarak arka bahçe biyolojisi için büyük önem taşıyan üç temayı takip ediyor: görmek (nasıl bakılır), keşfetmek (nereye bakılır), ve iyileşmek (nasıl yardım edilir). Bu temaları hem anlatacaklarımı dile getirmek için kullanıyorum hem de bir yol haritası olarak öneriyorum; yani kendi keşiflerimden bahsetmek istediğim kadar sizi de keşif yapmaya teşvik etmek istiyorum. Bu söyleyeceğim biraz çelişkili gelebilir ama aslında bu kitabı okurken içinizde kitabı elinizden bırakma arzusunun uyanmasını, kapıyı çekip evden çıkarak kendinizi en yakındaki yeşil alana atmanızı da umut ediyorum. Belki çıkarken kitabı da yanınıza alır ve bu sayfaları, pek çoğunun yazıldığı türden bir ortamda, çevirirsiniz; açık havada, sırtınızı sevdiğiniz bir kayaya veya ağaç gövdesine yaslamış ve bütün duyularınız açık bir halde.
(Sayfa 22)
Birinci Kısım: Görmek
Evren yetilerimiz biraz daha keskinleşsin diye bekleyen büyülü şeylerle doludur. Eden Phillpotts A Shadow Passes (1918)
1. Balığına Bak
=> Sayfa 26, 27 Hitton Vireosu ve bakınca kolay görülmeyen yuvası
=> Sayfa 26 druid
=> Sayfa 30, 31, 32 Schudder ve ölü balık
=> Sayfa 32, 33, 34 Darwin’in evi onun deney üssüydü, laboratuvarıydı, atölyesiydi.
2. Küçül
Başkalarına da sık sık söylüyorum: Doğada dolaşırken daha fazla şey görmek istiyorsanız yanınıza kılavuz kitap almayın, çocuk alın. Sizde yoksa başkasından ödünç alın. Sizin fark edemediğiniz semenderleri, örümcek yumurtalarını ve sayısız başka şeyi onlar fark edecektir çünkü bunları görmemeyi öğrenmemişlerdir. Çocuklar, bizlerde sürekli etkin olan bilgi filtreleme mekanizmalarını henüz geliştirmiş olmadıkları için doğada daha fazla şey görürler. Şu anda, hemen etrafınızdaki diğer görüntü, ses ve kokuları filtrelemeksizin bu paragrafı okumaya odaklanmaya çalışın. Donup kalırsınız, duyusal bir felce uğrarsınız. Dikkatimizi çekmek için çırpınıp duran medyayla, teknolojiyle ve diğer ışıltılı uyarıcılarla dolu bir dünyada psikologların “ seçici dikkat” adını verdiği bu özellik, bilinçli olarak icra edilmese de hayati önem taşıyan bir yaşam becerisi. Belli girdileri filtrelemek büyük bir ihtiyaç, ama bunun da bir bedeli var: Yakındaki birinin sinir bozucu telefon sesini susturan filtrelerimiz ötleğenlerin şarkılarını da susturuyor. Hatta en önce susturulanlar doğadan gelen sinyaller oluyor çünkü aslında bunların hiçbirinin asli amacı bizimle iletişim kurmak değil.
(Sayfa 40)
… Arının öngörülebilir bir hareket sistemi vardı. Yuvadan hızla çıktıktan sonra on ila on beş dakika dışarıda duruyor, geri döndükten sonra yuvanın üstünde daireler çizip yeniden içeri giriyor ve bir kaç saniye ile yarım saat arasında bir süre havada yuvada kalıyordu. o kadar hızlı hareket ediyordu ki üstündeki çizgilerden ve kanatlarının genel hatlarından başka bir şey seçememiştim. Sonra kamerayı kullanarak hareketlerini yavaşlatınca arının tam olarak ne yaptığını görebildim. Dışarıya hep eli boş çıkıyor, dönüşte ise çenesinde sıkı sıkı tuttuğu bir yükle geliyordu. Bu yük hep aynıydı: küçük, parlak, yeşil renkte bir larva. Demek ki yerin altında bir tünelde baktığı yavrulara yiyecek taşıyan avcı ve dişi bir yabanarısıyla karşı karşıyaydım. (Erkek yabanarılarıgerekli ekipmana sahip olmadıkları için avlanmaz. Avı hareketsiz hale getirmekte kullanılan iğneler dişi anatomisinin bir parçası olan ovipozitörlerden, yani yumurtlama borularından evrimleşmiştir.) Bu bilgileri edinip bir de net fotoğraf yakaladıktam sonra bizim kulaciğin mimarının –çok yerinde bir adlandırmayla çömlekçi arılar da denen– Eumeninae altfamilyasına mensup olduğunu tespit edebildim.
Çömlekçi arılar Antartika dışındaki bütün kıtalarda yaşıyor ve arka bahçeleri, vahşi doğayı farklı farklı çamurdan yapılarla süsleyip zenginleştiriyor. Jean-Henri Fabre da bir defasında yaşadığı mahallede bir binanın bahçe duvarında çamurdan yapılmış “küre şeklinde çanaklar” bulmuştu. Yuvalarını ince dallara, ağaç gövdelerine, kayalara, aydınlatma direklerine eya yapraklara sabitleyen türler de var. Bazı varyeteler yol kenarlarındaki toprak şevlerini kazarak yuva yaparken, ağaçları oyan böceklerin oluşturduğu deliklerin etrafını ören türler de var. Bizim gördüğümüz tipteki kulecikleri yapan türlerin sayısı nispeten az olduğundan Odynerus cinsine ulaşmam çok zor olmadı. Bu cinsin ismi ilginç bir şekilde Yunanca “acı vermek” anlamına gelen bir ifadeye dayansa da asında çölekçi arılar nadiren sokar. Mevcut saldırganlıklarını tırtıllara, avladıklarıdiğer larvalara karşı kullanırlar. Seçtikleri ava bir cerrah titizliğiyle saldırır, öldürmeyi değil felç etmeyi hedefledikleri için sadece belli noktalara belli miktarda zehir zerk ederler. Bunu da yiyeceklerini uzun süre koruyabilmek amacıyla yaparlar. Felç halindeki avlar hemen çürümeye başlamadığı için yuvanın içinde istiflenebilir ve yavrularının büyüme sürecinde karanlıkta geçireceği haftalar boyunca ihtiyaçları olan besini sağlar. Bu ürpertici sahnelerin bir benzerinin ayakalarımın birkaç santimetre altında bir tünelde gerçekleşmekte olduğunu biliyordum ama gözümle görmek için toprağı kazmam, dolayısıyla yuvayı bozmam gerekirdi. Neyse ki Fabre ve başkaları benden önce bu işi yapıp yuvaları incelemişti. Araştırmalar Odynerus yabanarılarının buğdaybiti larvalarıyla beslendiğini ortaya çıkarmıştı. Dişi yabanarısının neden her defasında minik yeşil larvalarla döndüğü de böylelikle anlaşılmış oluyordu. Yuvasındaki altı yumurta odacığının her biri için bu larvalardan yaklaşık yirmi tane toplaması gerekiyordu. Bu da dişinin yetişkin yaşamının kalan günlerini neredeyse tamamını dolduran, oldukça yorucu bir histi. Bir sonraki uğrayışımda kulecik ortadan kaybolmuştu. Dişi yabanarısı son annelik görevini de yaparak yavrularının yerini gizlemek amacıyla yuvanın ustaca inşa edilmiş girişini yıkmış, oradan çıkan malzemeyle de yerdeki deliği doldurmuştu. Geriye sadece bozuk para büyüklüğünde, etrafına göre biraz daha koyu renkte ve daha tanecikli yapıda bir iz kalmıştı.
(Sayfa 44, 45, 46)
Ofisimdeki kitaplıkta duran sözlükte “emeklemek”, ellerin ve dizlerin üzerinde hareket etmek veya insanın kendi bedenini yerde sürüklemesi olarak tanımlanmış. Her hâlükarda, emeklemek suretiyle, çömlekçi arıların yaşamı gibi ayaklarımın dibinde hiç dikkat çekmeden sürüp giden bir sürü maceraya denk geleceğimi düşünüyorum. Fakat dizlerimin üstüne çöker çökmez bir şey daha fark ediyorum: arka bahçemin daha da genişlediğini. Yanıma metre alıp hızlıca yaptığım ölçümlerin sonucunda durum netleşiyor. İki ayak üstünde yürürken 30 metre yolu 24 saniyede gidiyorum. Oysa yerde sürünürken aynı mesafeyi 95 saniyede katedebiliyorum, dolayısıyla arazinin alanı da fiilen dört katına çıkmış oluyor. Psikologlar insanın perspektifindeki bu gibi değişimlere “görünen mesafe ölçeklemesi” adını veriyor. Jonathan Swift de bu temayı dünyaya yer seviyesinden bakan Lilliput halkının uçtan uca 5-6 kilometrelik adalarını “yerkürenin hudutlarına uzanan” geniş topraklar olarak gördüğü Gulliver’in Gezileri kitabında başarılı bir şekilde işlemişti. Tamam, bizim bahçe o kadar da genişlemiş değildi ama yerde sürünmeye başlayınca her gün birkaç adımda geçtiğim yer kayda değer bir keşif alanı haline geldi.
(Sayfa 47)
… Bahçemizde hiç görülmeden, bilinmeden yaşamını sürdüren küçük canlı türlerinin sayısı ne kadardı?
“Bin yüz seksen bir,” dedi Doug Tallamy, “ve bu sadece güve türlerinin sayısı.” Delaware Üniversitesi’ne böcekbilimci olarak çalışanTallamy mi yıldan uzun süredir bahçesinde saydığı güve türlerinden bahsediyordu. “Bana ilginç gelen şey bu sayının hâlâ artması,” dedikten sonra, son zamanlarda yaz tatili için çıktığı seyahatler yüzünden gözlemlerini azaltmış olmasına rağmen listeye otuz varyete daha eklediğini anlattı. “Sayım bittiğinde bin iki yüz geçmiş oluruz,” diye tahmin yürütüyordu.
Tallamy Pennsylvania kırsalında kırk dönümlük orman ve terk edilmiş mera arazisi üzerine kurulmuş beyaz bir çiftlik evinde yaşıyor. Görüşmemizde,saymak için güveleri tercih etmiş olmasını “Bitkiden hayvana enerji taşıma rekoru onlarda,” diye açıkladı. Başka bir deyişle, güveler basın ağları açısından temel önemdedir; tırtılken yaprak ve meyveleri yedikten sonra örümcek, yarasa, kuş, kemirgen ve memeliler tarafından yenirler. Örneğin tipik bir baştankara çifti tek bir kuluçka dönemindeki yavruları yetiştirebilmek için 6000 ila 9000 güve tırtılı yakalamak zorundadır. Bu gibi istatistikler, güveleri Doug Tallamy’nin uzun uzun kafa yorduğu arka bahçe biyoçeşitliliği konusunda önemli bir gösterge haline getiriyor. Tallamy’nin yerel bitkiler, böcekler ve vahşi yaşam arasındaki hayati bağlantılar üzerine yazdığı kitaplar ve yaptığı araştırmalar sayesinde, benzer fikirleri paylaşan arazi sahiplerinin kendi bahçelerini üretken birer yaban hayatı habitatına dönüştürmesini sağlayan, tabandan örgütlenen bir iyileştirme hareketi ortaya çıkmıştı. “
(Sayfa 49, 50)
=> Sayfa 52, Büyük Ayçiçeği Projesi , başvurular yüzünden internet sitesinin çökmesi
Sistem gayet basit bir işleyişe sahip. Her bir katılımcı (tekrarlanabilir bir standart olması amacıyla) aynı ayçiçeği varyetesini ekerek çiçeği ziyarete gelen arıları not edeceğini beyan ediyor. Zaten böylelikle projenin ilk amacı yerine gleiyor, yani çok sayıda insan tozlayıcılarla ilgili bilgilenmek için dışarıya çıkmış oluyor. Tabii ki insanların yaptığı gözlemlerin ayrıntıları da önemli çünkü projenin eğitim dışında amaçları da var. … Arka bahçelerdeki ayçiçeklerine gelen arıların sayısındaki farklılıklara bakarak kıta genelinde tozlaşma konusunda yoğunluğun arttığı ve azaldığı noktaları tespit etmek şimdiden mümkün. Bunu yanında, tarım bölgelerindeki böcek sayısının azalmasına dair tartışmaları yeniden alevlendirecek bir bulgu daha ortaya çıkıyor. Pestisitlerin ve pestisitle işlenmiş tohumların (özellikle de tartışmalara konu olan neonikotinoid sınıfı pestisitlerin) yaygın olarak kullandığı her yerde arıların etkinliği keskin bir şekilde azalıyor. Projenin internet sitesinde, “Bu azalma yalnızca arazi kullanımıyla veya iklimle açıklanamaz,” şeklinde bir notun yanı sıra, bu bulguyu desteklemek üzere daha fazla gözleme ihtiyaç duyduğunu belirten bir davet metni de yer alıyor.
LeBuhn’a Büyük Ayçiçeği Projesi’nin neden bu kadar ilgi gördüğünü sorunca, arka bahçe biyolojisi kavramının altında yatan merak ve ilginin bir bileşimini yansıtan bir cevap aldım. “İnsanlar haberlerde tozlayıcıların azaldığını görüyor ve yardımcı olmak istiyor,” dedikten sonra –böcek sayılarındaki azalıştan habitat kaybına ve iklim değişikliğine kadar– bu denli çok ve çevresel sorunun yaşandığı bir devirde basit ve somut tepkilere yönelik bir ihtiyaç olduğunu anlattı. Ayrıca LeBuhn’unki gibi projelerin bi ucundan tutan insanlar bir şey daha kazanıyor: bilimin nasıl işlediğine dair kavrayışları artıyor ve her bir sorunun nasıl başka soruları da beraberinde getirdiğini de görüyorlar. Bu proje şimdiden başka çiçekleri de içerecek ce arıların ülkenin farklı kısımlarında farklı bahçe bitkilerini hangi oranlarda ziyaret ettiğini takip edecek şekilde genişledi bile. Tabii bir de insanlar arı sayımı yaparken karşılarına başka bir sürü küçük canlı çıkıyor. Sinekler, kelebekler, yaban arıları, kınkanatlılar, karıncalar, örümcekler ne olacak? Peki ya daha farklı arı türleri? Çarşafa gelen güvelerden farklı olarak arılar kolay kolay poz vermediği için LeBuhn’un gönüllüleri sadece geniş kategoriler üzerinden kayıt tutuyor, tür tespiti yapmıyor. (LeBuhn çiçek ziyaretlerinin sayısını arıların etkinlik oranının ve popülasyonunun bir göstergesi olarak kullanılıyor.) Bu da muhtemelen doğru bir karar. Bir arı türünü diğerinden ayırt edebilmek için elinizde ölü numune, mikroskop hatta DNA dizi analiz cihazı olması gerekir. Bazı türleri bu şekilde bile tespit edemezsiniz çünkü hiçbir zaman kayda geçmemişlerdir.
(Sayfa 53, 54)
Taksonomi uzmanları, yani yeni türleri tanımlayan ve tasnif eden biliminsanları Kuzey Amerika’daki bilinmeyen ve tanımsız güve varyetelerinin sayısının 2000’den fazla olduğunu belirtiyor. Ki güveler iyi çalışılmış canlılar olarak biliniyor. Daha az bilinen mantar sivrisinekleri, yaykuyruklular, yaprakpireleri, titrersinekler gibi grupların bilinmeyen mensuplarına dair tahmin yürütmek bile zor. Aşırı bilgi yüklenmesiyle tanımlanan yirmi birinci yüzyılda, gezegenimizdeki küçük canlıların (ve epeyce de büyük canlının) etraflıca incelenmek bir yana henüz bir isme bile kavuşmadığını öğrenmek şaşırtıcı olabilir. Tallamy’nin “Dışarıda neler var bilmiyoruz,” derken “dışarı” sözcüğüyle kastettiği şey uzakta, balta girmemiş vahşi alanlar değildi, hatta ikimizin de evlerinin etrafını kaplayan geniş kırsal araziler de değildi. habitatın neredeyse her kısmında, gezegenin en yoğun nüfuslu şehirlerinde bile az bilinen veya gizemli canlılara rastlanabiliyor.
(Sayfa 55)
İkinci Kısım: Keşfetmek
3. Yeni Bir Şey
=> Sayfa 60 BioSCAN projesi
Brian Brown’a göre BioSCAN projesinin arka bahçelere odaklanarak elde ettiği başarı memnuniyet verici ama şaşırtıcı değil. Sineklerin peşine düştüğü her yerde keşfedilmemiş benzer bir çeşitlilikle karşılaşmaya devam ediyor. Brown’un asıl alanı Phridae familyası olmasına rağmen sineklerin hepsini kapsayan Diptera takımı bir bütün olarak hâlâ yeterince bilinmiyor. Bu takımda tanımlı 160 binden fazla tür olsa da hâlâ keşfedilmeyi bekleyen bunun on katı kadar tür var. Belki de daha fazlası vardır, kimse kesin bilgiye sahip değil. Brown’un ifadesiyle: “Bu zenginliğin büyüklüğü de cehaletimizi büyüklüğü de sandığımızın çok ötesinde.” Duyularımıza ince ayar yapmak için de perspektifimizi bilinçli bir şekilde değiştirmemiz gerekiyor. Buradaki sorunun bir kısmı halkla ilişkiler alanıyla ilgili. Aslında çiçekleri tercih den sineklerin sayısı çürük eti tercih edenlerden kat kat fazla olmasına rağmen biz bütün bir grubu genelde pislikle, çürümeyle eşleştiriyoruz. Sinekler isim konusunda da çok talihli değil, zira bu familyanın İngilizcedeki adı phorid kelimesi, korkunç, iğrenç anlamlarına gelen horrid kelimesiyle kafiyeli olduğu için peşin hükümlerimizi pekiştirmeye hizmet ediyor. Bu familyaya toraks bölgelerindeki çıkıntı yüzünden “ kambur sinekler” ve familyanın tamamında cesetlere ilgi gösteren tek bir tür bulunmasına rağmen “tabut sinekleri” diye isimler takılması da benzer etkiler yaratıyor. Sineklerin imajını iyileşirmek kolay bir iş gibi görünmüyor ama bu işi başarabilecek birisi varsa o da Emily Hartop olabilir.
(Sayfa 61, 62)
“Bütün ilgi karizmatik böceklere yöneliyor, ama aslında onların yaşamsal tarihi o kadar da çeşitlilik göstermiyor,” dedi Hartop, gösterişli kelebekleri ve arıları bir kenara iterek. Bunu söylerken önemli bir noktaya parmak basıyordu. Böcek gruplarının pek çoğu belli bir ekosistemde tek bir rolü yerine getirme konusunda uzmanlaşmıştır. Örneğin çömlekçi arılar larva yakalama konusunda iyidir, termitler ölü ağaçları ve çürüyen bitkileri yemekte uzmandır. Ama Phoridae sinekleri ekolojik açıdan on parmağında on marifet bulunan bir grup. Avcılardan parazitlere, leşçillerden otçullara, mantar yiyenlerden ayrıştırıcılara kadar akla gelebilecekher tğrğ böcek nişini dolduracak şekilde evrimleşmiş türleri barındıran bu grup Hartop’un tabiriyle “hiperçeşitli” bir yapıya sahip. Larvaları sadece kurbağa yumurtalarıyla beslenen veya sadece beli kınkanatlı türlerin yavrularını avlayan ya da bir takım salyangozların ve kırkayakların ezilmiş vücutlarıyla beslenen Phoridae türleri var.Bazı türler karınca yuvalarında veya arı kovanlarında yaşıyor ve yiyecek çalıp zayıf larvalara saldırarak hayatta kalıyor. Yeraltında tünel kazıp mantar miselyumuyla beslenen veya tarlalarda yaşayıp ölü yaprakları yiyen türler de mevcut. Kimileri tropik yağmur ormanlarında tozlaşmaya yardımcı olurken başkaları düğünçiçeklerini veya kutup söğütlerinin çiçeklerini tercih edebiliyor.Belli durumlarda Phoridae sineklerinin yaşam tarzları düpedüz tuhaf olabiliyor. Örneğin dünyanın en küçük böceklerinden biri de bu grupta yer alıyor: bu sinek 0,4 milimetre boyuyla o kadar küçük ki havayı gazdan ziyade sıvı gibi tecrübe ediyor ve minik kanatlarını kürek çeker gibi kullanarak bu yoğun ortamda ilerliyor. Başkaca, canlı karıncaların kafalarının içinde büyüyüp beyin dokusuyla beslendikten sonra, ürettikleri bir enzim sayesinde karıncanın başını tortakstan giyotinle kesilmiş gibi ayrılmasına yol açtıkları çin “başkesen” olarak da adlandırılan Phoridae türleri bulunuyor.
(Sayfa 62,63)
=> Sayfa 64 Malaise kapanı
Kuşbilim (ornitoloji) ve hayvanbilimde (zooloji) tüfekle hayvan avlamak gibi ölümcül yöntemler yerini büyük oranda uzaktan kontrol edilen kameralara, uydu takip sistemlerine veya kaliteli dürbünlere bıraktı. Fakat böcek bilimde durum pek değişmedi, böceklerin öldürülüp saklandığı kavanozlar hâlâ hayati ve alternatifsiz bir role sahip. Bu fark da incelenen hayvanların boyutundan kaynaklanıyor. Kuşlardan ve memelilerden farklı olarak böceklerin büyük çoğunluğunu uzaktan incelemek mümkün değil. Bu canlıların yaşamına dair herhangi bir bilgiye ulaşabilmek için numune toplanması gerekiyor ve zaman içinde böcekbilimciler karşılarına çıkan farklı fırsatları değerlendirmeyi, hiçbir şeyi israf etmemeyi öğrendiler. Örneğin Hartop açık arazide yolculuk yapmış arabaların radyatör ızgaralarını inceleyip buralardan böcek ölüsü arıyor.
(Sayfa 64, 65)
Doğada bir şeyin bolluğuyla karşılaşmak insana her zaman neşe verir; turistlerin, belgeselcilerin (ve tabi biyologların) Serengeti’deki büyük sürüler gibi görüntülerin peşine düşmesi tesadüf değil. Fakat evin bu kadar yakınında bu kadar önemsenmeyen bir canlı grubunun böylesi bolluğuyla karşılaşmak beni hem duygusal hem de düşünsel anlamda şaşırtı. Arka bahçede bulutlar halinde uçuşan bu minik yaratıklar merceğin altında mucizevi bir görünüme kavuşmuştu ve insanı duygulandıran bir manzaraydı bu. O anda Brian Brown’un söylediği bir şey aklıma geldi: BioSCAN projesine katılan arazi sahiplerinin arasında bahçelerindeki gizli çeşitliliğe tanık olunca gözyaşlarına hâkim olamayanların sayısı az değildi. (Duygusal bir topluluk)
(Sayfa 66)
=> Sayfa 68 taksonomik yetersizlik , gönüllülerin keşiflere katkılarının örnekleri
=> Sayfa 69, 73 iNaturalist
… Evet, Loarie’nin de beklediği gibi, iklim nedenli saha değişimlerini takip eden araştırmalar vardı. Virginia’daki kumsal bitkilerinin fotoğrafları sayesinde Atlantik kıyılarına doğru kuzey yönünde bir ilerleyiş farkedilmiş, Hong Kong’un etrafındaki tepelerde çekilen güve fotoğrafları sayesinde de bu canlıların daha serin olan yüksek irtifalara doğru kaydığı gözlemlenmişti. Kaliforniya’da kayıtlara geçen onlarca genç büyük beyaz köpekbalığı gözlemi, bu hayvanların yarı tropik bölgelerden kuzeyde Monterey Koyu’na dek ilerleyen sıcak okyanus akıntılarını takip ettiğini gösteriyordu. Fakat bu makalelerin çok azı iklim değişikliği çalışmalarıyla ilgliydi. Güney Kore’de araç çarpması sonucu ölen hayvan istatistiklerinden Florida’daki parklara salınan evcil iguanaların yayılımına dek pek çok başka konuyu inceleyen makaleler de vardı. Evrime dair daha dar alanlarda, özellikle de renk, desen ve fotoğraflardan kolayca tespit edilebilen başka özelliklere dair birden fazla araştırmaya rastladım. Örneğin erkek yusufçukların kanatlarındaki koyu renkli kısımların yaşadıkları çevredeki sıcaklığın bir göstergesi olduğu anlaşılmış. Bu koyu lekelerin, sıcaklığı yakalayıp hapsetmenin avantajlı olduğu serin yerlerde daha büyükken, vücudun sıcaklık şokuna uğrama riski altında olduğu sıcak iklimlerde küçüldüğü görülmüş. Bu gerçeği ortaya koyan araştırma için 2718 iNaturalist fotoğrafının incelenmesi gerekmiş fakat bazı keşifler için birkaç fotoğraf, hatta tek bir fotoğraf bile yeterli olabiliyor. Özellikle de insanlar daha önce hiç kimsenin gözüyle görmediği şeylerin fotoğraflarını yüklediği zaman.
(Sayfa 73, 74)
Scott Loarie şöyle bir retorik soru sordu: “Bu devasa amatörler grubunu bilim ve doğa koruma konularındaki acil meseleler için harekete geçirmeyi başarabilir miyiz?” Bu sorunun cevabı güçlü bir “evet” gibi duruyor.
(Sayfa 74,75)
“İsimler, öğrenmenin kilidini açan şifrelerdir.” Doğaya dair bir şeyler öğrenmek insanlara dair bir şeyler öğrenmekten çok farklı değil, ikisinde de isim öğrenmek sohbeti başlatan şeydir.
(Sayfa 76)
4. Alışkanlıkların İzinde
… Çoğu zaman kuş (veya başka hayvan) gözlemlerini, hayvanı bir defa görünce bitmiş sayıyoruz. Karşımızdaki hayvanın ne olduğunu anlayacak kadar süre baktıktan sonra başımızı başka bir tarafa çeviriyor, mantıken bu tespiti takip etmesi gereken (ve aslında daha da ilginç olduğu ne sürülebilecek) o soruyu sormuyoruz: Bu hayvan ne yapıyor? Doğada neler yaşandığını gerçekten anlayabilmek için davranışları dikkatle izlemek gerekir. Bu da her zaman kolay bir iş değildir? Dikkatli izleme faaliyeti zaman ister zamanı da çoğunlukla (hele ki gündelik yaşantımızın arka planında sürekli var olduğunu bildiğimizden genellikle şöyle bi bakıp geçtiğimiz tanıdık türler için) harcamaya kıyamadığımız değeri bir varlık olarak görüyoruz. Ama bu kurbağa-göçmen ardıç hadisesi beni daha çok çaba göstermek için motive etti. …
(Sayfa 80)
=> Sayfa 81- 83 Charles Henry Turner
=> Sayfa 83 – 88 Sülfür kakadular ve kültür
Ekibin yaptığı keşfi mümkün kılan mekân, gözlem ve zamanlama örtüşümünün “ benzersiz denebilecek bir durum” olduğunu söyledi Klump. Hayvan kültürüne dair kanıt bulmak zaten oldukça nadir gerçekleşen bir olaydır. Hayvan kültürünün az sayıda su götürmez örneği arasında şempanze topluluklarında değişken alet kullanımının yanı sıra belli balinaların, yunusların ve kargaların öğrenilmiş ayırt edici beslenme davranışları sayılabilir. Arıca Klump’ın ekibi bundan da daha nadir rastlanan bir şeye, kültürün gelişim sürecine tanıklık etmiş, bir sosyal davranışın yayılımını ve değişimini gerçek zamanlı olarak izleyebilmişti. “Bu işe birkaç yıl daha geç başlasak bunları kaçırmış olacaktık,” dedi Klump ve o süre içinde davranışın fazlasıyla yaygınlaşmış olacağını, bu yüzden de aynı araştırma fırsatını tanımayacağını açıkladı. ( Bir şeyin nasıl yapıldığını bütün bireyler biliyorsa o şeyin nasıl öğrenildiğini incelemek çok daha zordur.)
(Sayfa 87)
=> Sayfa 88,89 Kargalar ve cevizler
=>Sayfa 89, 91 sığırcıkların dansı
Elbette sayıların, çokluğun avantajları var. Ama bahçelerimiz sadece kitle kaynaklı veri toplama alanları değil. Kendi başlarına da benzersiz habitatlar teşkil ediyor ve bazen uzmanların bile son derece ilginç bulduğu davranışlara sahne olabiliyorlar. Klump’ın da ifade ettiği gibi, çöp kutularıyla dolu bir şehir var olmasaydı kapakları açan papağanlar da olmayacaktı. Artık şehir ekolojisi, başka herhangi bir yerde gerçekleşmeyen, insan eliyle yaratılmış çevrelerde ortaya çıkan çok sayıdaki adaptasyonu inceleyen ayrı bir araştırma sahası olarak kabul ediliyor. Bu adaptasyonların hepsi olumlu değil. Örneğin işgalci türler genellikle insanların baskın olarak bulunduğu alanlarda çoğalıyor ve yerli bitki ve hayvan türlerine zarar vererek yayılıyor. Ama çok sayıda çalışma yerel türlerin de yeni alışkanlıklar edindiğini gösteriyor. Örneğin yarasalar ve kuşlar sokak lambalarının ışığında böcek avlıyor; keseli sıçan, kaya sansarı, çizgili sincap gibi türler insan yapımı alanlarda yuva yapıyor. Hatta potansiyel evrimsel süreçlere dair işaretlere de rastlanıyor. Örneğin viyadüklerin altına yuva yapan ak karınlı kırlangıçların kanat boyları kısalıyor; muhtemelen hızlı trafik akışı içinde hayatta kalabilmek için ihtiyaç duydukları manevra kabiliyetini arttırmayı hedefleyen bir adaptasyon süreci yaşanıyor. New York’taki Central Park’ta yaşayan beyaz ayaklı farelerin, DNA yapıları artık kırsalda yaşayan popülasyonlarınkiyle kıyaslandığında, hazır gıda ve fıstık tüketmeye dayalı yüksek yağ içeren beslenmeyle ilişkilendirilebilen ciddi farklar gösteriyor.
(Sayfa 92)
5. Yukarılar
=> Sayfa 102 , 104 Sarıcalar, yaprak bitleri ve şeker
… Treezilla programının katılımcıları genellikle sadece akıllı telefon ve cetvel kullanarak Birleşik Krallık’ta bir milyondan fazla meşe, akçaağaç, huş ağacı ve şehirlerde görülen başka ağaç türlerinin ölçü ve konum bilgilerini içeren bir harita oluşturmayı başardı. Biliminsanları bu verilere ulaşarak ağaçörtüsü, orman sağlığı ve küresel ısınmanın bahardaki çiçeklenme zamanına etkisi gibi süreçleri gözlemleyebiliyor. Kuzey Amerika’da yürütülen benzer bir program olan TreeSnap de ağaçlardaki hastalıkları, zararlıları tespit etmek ve ormancıların sağlıklı, dirençli ağaç topluluklarını ve tek tek ağaları incelemesine yardımcı olmak amacıyla alınan notları ve çekilen fotoğrafları bir araya getiriyor. Bunların dışında NASA’nın yürüttüğü GLOBE Observer (Yerküre Gözlemcisi) projesinin akıllı telefon uygulaması da son derece zekice bir teknikle akıllı telefonları birer eğimölçer gibi kullanmayı sağlıyor ve herhangi bir yerdeki tepe örtüsü yüksekliğinin ölçülebilmesini mümkün kılıyor. Peki neden? Proje, uydulardan elde edilen arazi örtüsü verilerinin yer seviyesinden teyit edilmesini ve düzetilmesini amaçlıyor. Fakat dünyada en yaygın kullanılan, her yerden ulaşılabilen e binlerce makalede, devlet raporunda, hakemli dergide atıf yapılan ağaç platformu başka bir soruya cevap arıyor: Arka bahçemizdeki ağaçların ederi nedir?
(Sayfa 107, 108)
=> Sayfa 108,110 iTree projesi , ağaçlar ve para
6. Aşağılar
Hayır efendim, yukarılar ve dışarıdalar dolaşmak için ve karnını doyurmak için iyidir elbette; ama sonunda yerin altına dönmek – işte ben buna yuva derim ancak! Kenneth Grahme, The Wind in the Willow (1908)
Brett Engstrom hiç tereddütsüz “Kürek,” cevap vermişti bu soruya. O sırada yere sapladığı küreğin sapına yaslanıyor oluşu cevabını daha da inandırıcı kılıyordu. İnce uzun yapılı, yüzünde zamanın ve doğanın izleri görülebilen, ormanda evindeymiş gibi rahat hareket eden Engstrom, New England’daki botanik çevrelerinde kayda değer bir itibara sahipti, nadir bitkileri doğada bulma ve betimleme konusundaki kabiliyetiyle tanınıyordu. … Bir habitata dair jeoloji, iklim, hidroloji, biyolojik faaliyet gibi pek çok alanda hiçbir şeyin toprak kadar bilgilendirici olamayacağını söylüyordu. Önce toprağı tanıyın, o size hangi bitkinin peşine düşmeniz gerektiğini söyler, diyordu.
(Sayfa 111,112)
Uzman toprakbilimciler düzgün ve keskin köşeli, içine girilebilecek derinlikte çukurlar kazıyor. Hatta ABD Ulusal Üniversitelerarası Toprak yarışmasına katılanlar ekskavatörlerin özenle açtığı çukurlarda kozlarını paylaşıyor. … Çukurumun en derin kısmında yer alan “ana malzeme,” asıl substrat ise 14.000 yıl önce eriyen bir buzulun ardında bıraktığı kaya, kum ve alüvyon karışımından oluşuyordu. İşte binlerce yıl önceki o anda, son buz parçası da eriyip çorak, kayalık zemini açıkta bırakınca bizim bahçedeki toprağın oluşum süreci başlamıştı.
(Sayfa 115)
Anthony bu durumu, “Toprak kendisi de fiziksel ve kimyasal açıdan büyük çeşitlilik gösterdiği için böylesi bir biyolojik çeşitliliğe ev sahipliği yapıyor,” diye açıklıyordu. Küçük organizmalar için parçacık boyutu, nem veya asidite gibi özelliklerdeki en küçük değişiklikler, adaptasyon ve özelleşme açısından farklı farklı evrimsel fırsatlar sunan son derece farklı çevrelerin oluşması anlamına geliyor. Toprakta yaşayan pek çok canlı Anthony’nin tabiriyle “yayılım kısıtı”na tabi. Çok fazla hareket etmiyorlar ve bu özellikleri boyutlarının da son derece küçük olmasıyla bir araya gelince çok dar alanlarda büyük bir çeşitliliğin ortaya çıkmasına neden oluyor. Anthony yazdığı e-potada şöyle diyordu: “Benzer nişlere sahip organizmalar bile bir arada var olabiliyor çünkü birbirleriyle hiçbir zaman karşılaşmama ihtimalleri var.”
(Sayfa 118)
7. Suyun Başı
… Edwin Way Teale Kuzey Amerika’nın ünlü biliminsanları ve doğa yazarlarından oluşan seçkin bir çevreye mensuptu. Efsanevi kuş gözlemcisi ve doğayla ilgili reber kitaplara yeni bir soluk getiren Roger Tony Peterson’la onlarca yıl süren sıkı bir arkadaşlık kurmuştu. Rachel Carson’la düzenli olarak yazışıyordu, hatta Sessiz Bahar kitabının yazım sürecinde ona destek oluyor, araştırma malzemesi gönderiyordu. İlkbahar, yaz ve sonbaharla ilgili yazdığı kendi kitapları da çoksatar olmuştu. 1960’ların başlarında da bu seriyi tamamlayıp kendisine Pulitzer Ödülü kazandıracak olan kış kitabını yazmakla meşguldü. Teale bildik manzaralara yeni bakış açıları getirmek konusunda son derecede yetenekliydi. Kendine bir “ böcek bahçesi” kurmuştu ve buradaki böceklerin yakından fotoğraflarını çekmek için yeni teknikler geliştirmişti. Sık sık işbirliği yaptığı eşi Nellie Donovan Teale ile birlikte tabiat bilgisi temalı uzun seyahatlere çıkma fikrinin öncülerinden biri olmuş, belli türleri, habitatları ve mevsimsel hadiseleri yerinde gözlemlemek amacıyla arabayla binlerce kilometre katetmişti. Ayrıca Connecticut’ta bulunan çiftliklerinde hem kitabının üstünde çalışıp hem de arka bahçe keşifleri yapmak için akıllarda yer eden bir yöntem bulmuştu.
… dışarıdaki ofisini “ etrafı ormandan toplanmış kuru çalı çırpı ve dallarla örtülü” kalastan bir çerçeve içinde düz keresteden bir oturak , bir de masa olarak tarif etmişti Teale.
(Sayfa 135)
Phil Matthews ve Kanada’daki British Columbia Üniveritesi’ndeki öğrencileri on yıldan uzun süredir suda yaşayan böceklerin sudan, suyun yüzeyinden veya bazen de minik dalgıç tüpleri gibi kullanmak üzere aşağıya taşıdıkları hava kabarcıklarından oksijen elde etme yöntemlerini inceliyordu. (Sayfa 139)
=> Sayfa 140, yusufçuk nimfleri su perileri mi, rektal solungaçlar, jet motoru
=> Sayfa 142, 143, 144 Hollandalı Antonie van Leeuwenhoek
=> Sayfa 144, e DNA
8. Geç Saatler
Saat on ikiden önce uyumayı aklına getiren kişiden hayır gelmez. Samuel Johnson, Apothegms, Sentiments, Opinions and Occasional Reflections (1787)
… Çizgili baykuşların 2,5 santimetre uzunluğunda bıçak gibi keskin tırnakları vardır ve bunlarla şiddeti vücut ağırlıklarının on beş katını aşan darbeler indirebilirler. Koşu yaparken yuva yaptıkları bölgelerin yakınından geçme talihsizliğinde bulunan insanları yaraladıkları biliniyor. Hatta Kuzey Carolina’nın en ünlü faaili meçhul cinayetlerinden birinin “baykuş nedenli ölüm” olabileceği kuvvetli ihtimaller arasında değerlendiriliyor. (Adli tıp uzmanları kurbanın başında pençe iziyle uyumlu yaralar ve saçına yapışmış üç minik kuş tüyü bulmuştu.)
(Sayfa 148)
İnsanlar da dahil pek çok tür bölgelerini korumaya dayalı davranışlar sergiliyor. Yuva bellediğimiz yerlere içgüdüsel olarak bağlanıyor, oraları sahipleniyoruz. Onca zamandır kira veya konut kredisi ödediğimiz evlerimizi başka canlılar kendilerine ait yerler gibi görünce şaşırabiliyoruz da. Çizgili baykuşlar bu konuya dair iyi bir örnek oluşturuyor. Onlar da bizim gibi belli bölgeleri sahipleniyorlar, ornitolog Arthur Cleveland bent’in ifadesiyle “tercih ettikleri kısıtlı bir alana … dikkat çekici bir bağlılık” sergiliyorlar. Bent ve birkaç meslektaşı 1890’lardan itibaren New England’ın çam ormanlarındaki sınırları net bir şekilde belli çeşitli bölgeleri – otuz dört yıla varan sürelerle – sahiplenen, sınırlarını koruyan, işgalcileri kovalayan ve ardı ardına yavrular yetiştiren baykuş çiftlerini kayda geçirmişti. Erişkin baykuşlar aynı yerde kalmakta ısrarcı olduğundan genellikle genç baykuşların etrafa açılarak sahiplenebilecekleri yeni yerler araması gerekir.
(Sayfa 149, 150)
Bu paragrafı yazdığım sırada Google üzerinden yaptığım basit bir aramada “diurnal biology” (gündüzcül biyolojisi) ifadesi 235 milyon sonuç verirken “nocturnal biology” (gececil biyolojisi) ifadesi 12 milyon, yani diğerinden yaklaşık yirmi kat az sonuç getirdi. … Biyolojinin gece çalışacak uykusuzlara ihtiyacı var.
(Sayfa 151)
… Kuşlar göç ederken takımyıldızları ve belli başlı arazi özelliklerini görmek zorundadır. Onları o yükseklikte, yıldız ışığıyla aydınlanan yastığa benzer bir sis denizin ve dağ tepelerinin üzerinde uzun bir V dizilimi halinde var güçleriyle kanat çırparken hayal edebiliyorum. Biyolojinin insanda uyandırdığı heyecan bazen ne gördüğünüzden ziyade karanlığın sizi hayal etmeye zorladığı şeylerden kaynaklanabiliyor.
(Sayfa 153)
… Kurbağalar geceleri yeşil ve mavi rengi, hatta morötesi renkleri çok iyi görebilir ama çoğu tür kırmızıyı hiç göremez. Kurbağalar kırmızı ışığı karanlığın tonlarından biri olarak gördüğü için kırmızı ışık kullanarak diplerine kadar gidip fark edilmeden onları gözlemleyebilirsiniz. Bizim gözlerimiz ise kırmızı ışıkta gayet işlevseldir, az ışığa nasıl tepki veriyorsa aynı tepkiyi verir ve gözbebekleri büyüyerek mümkün olan bütün ayrıntıları yakalamaya çalışır.
(Sayfa 154)
=> Sayfa 154 , 155 Kurbağaların ses keseleri ile ilgili güncel araştırmalar
=> Sayfa 157 çıtkuşu yuvası, Kosta Rika La Selva Biyoloji İstasyonu’nun lojmanına giden yol üstünde
Evrimsel perspektiften bakıldığında yapay ışıkların en önemli özelliği yapay olmalarıdır doğada buna uzaktan yakından benzeyen tek bir şey bile yoktur. Ticari anlamda başarı kazanan ilk elektrikli ampuller 1880’de Thomas Edison ve Joseph Swan’ın laboratuvarında üretildi. O tarihten birkaç onyıl geriye gidecek olursanız ark lambaları ve gazlı aydınlatma sistemleri de vardı. Eğer mum, meşale, hayvan yağına batırılmış fitil gibi nispeden az ışık veren teknolojileri de işin içine dahil ederseniz yapay ışıklandırmanın tarihini birkaç bin yıl geriye götürebilirsiniz. faa-kat bu yapay ışıklardan etkilenen organizmalar çok daha farklı bir zaman diliminde ortaya çıktılar. Kuşların kökeni yaklaşık 160 milyon yıl önce yaşayan teropot dinozorlarına dayandırabiliyoruz, memelerin geçmişi de ondan 50 milyon yıl öncesine uzanıyor. Sürüngenler ve amfibiler daha da eski, onların 300 milyon yıllık bir geçmişi var. Böcekler ise çenesiz balıkların ortaya çıkışından çok da uzun olmayan bir süre sonra, 400 milyon yıl kadar önce yaşam macerasına başladı. Zaman zaman çıkan orman yangınlarını, meteor çarpmalarını ve yanardağ patlamalarını bir kenara bırakırsak, bütün bu süre boyunca şu anda yaşayan türlerin atalarından hiçbiri güneşin batmasından sonra modern ışıklandırmanın parlaklığıyla kıyaslanabilecek hiçbir şeyle karşılaşmadı. Doğal seçilim ve diğer evrimsel etkenler bu canlıların alışkanlıklarını çok daha karanlık bir ortama göre, sadece yıldızların ve çeşitli evrelerdeki Ay’ın ışığıyla aydınlanan bir gece ortamına göre ayarlandı, ki dolunay evresindeyken bile Ay’ın verdiği ışık ortalama bir ampulünkinden kat kat azdır. Günümüzde gece dünyasını gökdelenlerden sokak lambalarına, stadyumlardan alışveriş merkezlerine kadar yepyeni ışık kaynaklarıyla aydınlığa boğuyoruz. Bir çiftlik evinde yanan tek bir ampul bile çoğu gece canlısını afallatacak kadar güçlü bir ışık yayıyor.Uzun tarihsel maceraları boyunca hiçbir şey bu canlıları dünya çapında böyle bir ışık artışına hazırlamadı, ki bütün bu değişim de yüz yıldan kısa bir sürede yan evrimse bakımdan anlamsız denecek kadar kısa bir sürede gerçekleşti. Güvelerin balkonlardaki, verandalardaki ışıkların etrafına toplanmasında, su kaplumbağalarının sahillerdeki yürüyüş platformlarının altına birikmesinde, binlerce göçmen kuşun aydınlatılmış binalara çarpmasında aslında şaşılacak bir şey yok. Yön bulmayla ilgili bu zorluklar bir yana yeni araştırmalar gösteriyor ki yapay ışıklar daha az göze çarpan ama bir o kadar önemli içsel zorluklar da yaratıyor.
(Sayfa 160)
=> Sayfa 160, 161 yapay ışıklandırmanın yol açığı zorluklara örnekler ve çözümler
Üçüncü Kısım: İyileştirmek
9. Sıcak Karşılama
=> Sayfa 168 169 mazı ve kehanet
=> Sayfa 170 Alfred Kinsey
… Fakat Blyth Ve Eiseman için arka bahçe habitatı restorasyonu belli noktalarda belli türleri yetiştirmeye odaklanan bir süreç değil. Amaçları zengin bir karmaşıklık ve yapı ortaya koymak, hareketin başlaması için sahneyi hazır ederek biyoçeşitliliğe destek vermek ve işin gerisini ana oyunculara bırakmak. Çünkü yerli bir bitki herhangi bir yerde kök salmaya başladığında kendisiyle ilişkili yerel yaban hayatı türlerini de oraya çeker ve eğer nereye bakmanız gerektiğini biliyorsanız bunların hikâyelerini yapraklardan okuyabilirsiniz.
(Sayfa 175)
=> Sayfa 181-185 Kral kelebekler onlara dikkat çekmek
10. Sınırlayıcı Etkenler
Liebig’in Minimum Yasası, büyümenin bolluk değil kıtlık tarafından denetlendiğini söyler. Yani bireyler veya popülasyonun tamamını sınırlandıran şey, diğer kaynaklar ne kadar bol olursa olsun, en az bulunan kaynak neyse odur. Bu fikrin temelleri 1820’lerde , bitkilerin büyüme hızını artırabilmek için toprakta en az bulunan minerali tespit edip onu artırmak gerektiğini belirten Alman botanikçi Carl Sprengel’e dayanıyor. Sonradan Justus von Liebig bu teoriyi kendisininmiş gibi sahiplendi ve kimyasal gübreleringeliştirilmesi sürecindeki deirn etkisi sayesinde büyük bir üne kavuştu.Zaman içinde diğer bilim dalları da “ Liebig” yasasını daha geniş bir çerçevede kullanmaya ve kilit önemdeki çevresel kısıtlamaları” sınırlayıcı etken” olarak tanımlamaya başladılar. Örneğin yırtıcı hayvanlar av hayvanları, otçul hayvanları uygun bitkilerin varlığı, bitkileri de yağmur miktarı sınırlar.
(Sayfa 188, 189)
=> Sayfa 190, tırmaşıkkuşunun yuvası için aradığı özellikler
=> Sayfa 194 -197 Marangoz Bucker , ağaçkakanlarla benzerliği
=> Sayfa 198 – 202 Benedict Schmidt İsviçrede gölet yapımıyla toparlanan amfibi nüfusu
=> Sayfa 203 güzel bir çıkarım
Sonuç: Doğanın Kreşendosu
… Fakat adına ne derseniz deyin, nerde hayata geçirirseniz geçirin, arka bahçe biyolojisinin her türlüsüne yönelik artan ilgi (ve bu ilgiyi ölçen araştırmalar) milyonlarcamızın doğal dünyayla yeniden bağ kurmasını sağlıyor. Aynı zamanda iklim değişikliğinden habitat kaybına, yaban hayatının azalmasından plastik kirliliğine kadar gezegenimize dair haberlerde her gün karşılaştığımız kötü gelişmelere karşı çok ihtiyaç duyduğumuz umudu biraz da olsa canlandırıyor. Dünyanın bütününü etkileyen çözülemezmiş gibi görünen bu gibi sorunlara yönelik çözüm çabalarından farklı olarak, yanı başımızda elde edebileceğimiz kazanımlar arı arı, çiçek çiçek, kuş kuş saymak mümkün.
(Sayfa 207)
=> Sayfa 208, 209 , Örümcek adam, Varyemez Amca, Mickey Mause
=> Sayfa 212, 213 bazı iyi gelişmeler, biyoçeşitlilik ile ilgili güzel bir kısım