ilk Basım Tarihi: 1938
Çeviren: Levent Göktem
İnsanların çektikleri acılardan daha güçlü ve arınarak çıktıklarına dair bir teori olduğuna,bu dünyada ya da başka herhangi bir dünyada ilerleyebilmek için sırtımıza ateşten gömlek geçirmek zorunda olduğumuza inanıyorum. İronik görünmekle birlikte biz onu en geniş manasıyla yaptık. Korkuyu da yalnızlığı da yaşadık, büyük sıkıntılar çektik. Bana kalırsa er ya da geç herkesin hayatında bir imtihan ânı olur. Hepimizin kendimize ait bir şeytanı vardır, bizi oradan oraya sürükler, bize işkenceler eder; nihayetinde hepimiz kendi mücadelemizi vermek zorundayızdır. Biz kendi mücadelemizi kazandık ya da kazandığımıza inanıyoruz.
(Sayfa 10, 11)
Mutluluk, ödüllendirilmesi gereken bir servet değil, soylu bir fikir, bir ruh halidir. Bunalımlı zamanlarımız elbette vardır ama saatlerle hesaplanmayan, sonsuzluğa akan başka zamanlarımız da olur. Onun tebessümünü yakaladığımda bilirim ki birlikteyiz, bu yolda yan yana yürüyoruz ve bilirim ki hiçbir fikir ya da düşünce çatışması aramıza giremez.
(Sayfa 11)
Ondan kaçtım geceler boyu
Ondan kaçtım yılların yollarında
Ondan kaçtım zihnimin labirentlerinde
Gözyaşlarının ortasında Ondan saklandım
Ve çınlayan kahkahalar eşliğinde
Ağaçlıklı bayırlıklarda koştum.
Ve aşağıda korkunun dev uçurumlarına
Bıraktım kendimi, peşimi bırakmayan
O güçlü ayaklardan kurtulmak için.
(Sayfa 44, Francis Thompson The Hound of Heaven şiirinden)
Onun kıyafetlerini giymekten ötürü sevinç duyacak kadar gençtim. Kahramanının kazağını taşıyan, gururla boynuna bağlayan okullu bir oğlan çocuğunu oynuyordum yine . Onun paltosunu ödünç almak, omuzlarımda taşımak, sadece birkaç dakika kadar bile olsa sabahımı aydınlatan başlı başına bir zaferdi.
(Sayfa 49)
Yatağımın yanında o şiir kitabı vardı. Bana ödünç verdiğini unutmuştu. demek ki onun için çok da anlam ifade etmiyordu. İblis, “Hadi, şu ilk sayfayı aç. İçinden geçen bu, öyle değil mi? Aç hadi, “dedi. Saçmalık, dedim. Bu kitabı alıp diğer şeylerin yanına koyacağım. Esnedim. Yatağın yanındaki masaya yürüdüm. Kitabı aldım. Ayağım, başucu lambasının kablosuna takılınca tökezkedim. Kitap elimden yere düştü. İlk sayfa açıldı. “ Max’e… Rebecca.” O ölüydü ve insanlar ölüler hakkında düşünmemeliydiler. Huzur içinde uyuyorlardı. Mezarlarının üzerinde otlar bitmişti. Ama el yazısı ne kadar canlı, ne kadar güçlüydü. O garip, yatık harfler. Mürekkep lekesi. Dün gibi. Sanki dün yazılmış gibi. Makyaj çantamdan tırnak makasımı aldım ve o sayfayı kestim. Sonra dönüp omzumdan geriye baktım bir suçlu gibi.
(Sayfa 75)
Orada öylece oturmaya devam etmek istedim. Konuşmadan, konuşulanlara kulak kabartmadan, bu değerli anları içimde saklayarak öylece oturmak. Hepimiz huzurluyduk çünkü, hepimiz halimizden mutluyduk, bıraksalar uyuyacaktık. Hatta başımızın üzerinde vızıldayan arı bile. Kaşla göz arasında her şey farklı olacaktı. Yarın olacaktı, sonraki gün ve önümüzdeki yıl. Ve biz de değişecektik herhalde. Bir daha asla böyle oturamayacaktık. Bazılarımız uzaklara gidecek, bazılarımız acı çekecek veya ölecekti. Gelecek önümüzde uzanıyordu. Bilinmeyen, görülmeyen, belki de hiç istemediğimiz, hiç planlamadığımız bir gelecek. Bu an ise güvenliydi, dokunulmazdı.
(Sayfa 131)
Tabii ki çaya da kaldılar. Kestane ağacının altında salatalık ile hazırlanmış sandviçlerimizi keyfini çıkara çıkara yemek yerine misafir odasında takımlarımızı çıkarıp zift gibi çaylarımızı içecektik ki bu benim oldum olası nefret ettiğim bir şeydi. Frith her zamanki haliyle duruyor, kaşlarını indirip kaldırarak Robert’ı idare ediyordu. Bense nasıl kullanılacağını bir türlü öğrenemediğim, canavar kılıklı gümüşdemlik ve çaydanlıkla kan ter içinde uğraşıp duruyordum. Çayı kaynar suyun içine tam ne zaman dökmek gerektiğini hesaplamak ve bunu yaparken bir yandan da etrafımda dönen sohbeti takip etmek çok zor geliyordu.
(Sayfa 241)
O nasıl benim peşimi bırakmıyorsa belki ben de onun peşini bırakmıyordum. Bayan Danvers’ın dediği gibi belki de balkondan aşağıya bana bakıyor, beni izliyordu. Masasına oturup mektuplarını yazarken yanımda oturuyordu. giydiğim yağmurluk, kullandığım eldiven. Onundular. Onları aldığımı görmüştü belki de. Jasper onun köpeğiydi eskiden ama şimdi benim peşimden geliyordu. Güller onun gülleriydi ama şimdi onları kesip alan bendim. Benim ona karşı beslediğim kızgınlığı o da bana besliyor muydu acaba? Maxim’in evde yine yalnız mı olmasını istiyordu? Yaşayanlara karşı mücadele edeblirdim ama ölülere karşı elimden bir şey gelmezdi ki. Londra’da Maxim’in sevdiği bir kadın varsa şayet, Maxim ona mektuplar yazıyorsa, onu ziyaret ediyor, onunla yemek yiyor, onunla yatıyorsa o kadına karşı mücadele edebilirdim. Şartlarımız ortak sayılırdı ne de olsa. Korkmam gerekmezdi. Kızgınlık da kıskançlık da alt edilebilir şeylerdi. Günün birinde o kadın yaşlanacak, yorulacak veya değişecekti ve Maxim’in ona duyduğu sevgi de kendiliğinden sona erecekti. Ama Rebecca asla yaşlanmayacaktı. Hep aynı kalacaktı. Ona karşı savaşamazdım. Benim için çok güçlüydü o.
(Sayfa 295)
Hiçbir şey söylemedim. Ellerini alıp kalbimin üstüne koydum. Onun utancı, bana söylediği şeyler hiç umrumda değildi. Tek bir sözü önemliydi benim için. Maxim, Rebecca’yı sevmemişti. Onu hiç ama hiç sevmemişti. Aklımda bir tek bu kalmıştı. Bunu tekrar edip duruyordum içimden. Tek bir mutlu anları olmamıştı birlikte. Maxim konuşuyordu ve ben de onu dinliyordum fakat söyledikleir benim için anlamsızdı. İlgilenmiyordum. “Manderley’yi çok fazla düşündüm,” dedi. “Manderley’yi ilk sıraya her şeyin önüne koydum. Ve bu tür bir aşk pek hayırlı olmuyor. Kiliselerde bu tür aşklarla ilgili vaaz vermiyor rahipler. İsa taşlara, tuğlalara, duvarlara, bir insanın sahip olduğu toprak parçasına,küçük krallığına beslediği sevgiye dair sözler bırakmamış arkasında. Hristiyan inancında böyle bir konu yok.”
(Sayfa 344)
… Bir roman ya da tiyatro oyununda olsaydık bir tabanca bulup Favell’i vurur ve ölüsünü dolaba saklardım. Ama tabanca da yoktu, dolap da. Sıradan insanlardık biz. Böyle şeyler olmadı. …
(Sayfa 410)
Maxim uyumaya devam ediyordu. Kaldırmadım. Önümüzde bizi zor ve uzun bir gün bekliyordu. Yollar, telgraf direkleri, akan trafiğin monotonluğu, Londra’nın kalabalığı. Yolculuğumuzun sonunda bizi neyin beklediğini bilmiyorduk. Gelecek belirsizdi. Londra’nın kuzey mahallelerinden birinde bizi hiç tanımayan, Baker adlı biri vardı ve bu adam geleceğimiz avucunun içinde tutuyordu. Yakında o da uyanacak, gerinecek, esneyecek ve günlük işlerini yapmaya koyulacaktı. Kalkıp banyoya girdim. Küvete su doldurmaya başladım. Benim için bu hareketler, Robert’ın dün akşam kütüphaneyi toplamasıyla aynı öneme sahipti. Bunları daha önceleri mekanik olarak yapıyordum. Ama şimdi banyo süngerini suya düşürmemin, sıcak radyatörden aldığım havluyu sandalyenin üzerine yayışımın, küvete yatıp suyun vücudumun üzerinden akışını hissedişimin özünde bir bilinçlilik durumu vardı. Yaşadığım her an çok değerliydi. İçinde bir sona erişin özünü barındırıyordu. …
(Sayfa 445)