İlk Basım Tarihi: 2012
Çeviren: Elif Ersavcı
Hikâyelerin sonunu tanımak kolaydır, değil mi? Hep birlikte sonsuza dek mutlu mesut yaşamaya başladığımız ya da kim bilir, “Ötesi, sessiz bir dünya” diyerek sahneden çekildiğimiz gündür hikâyenin sonu.
(Sayfa 15)
Beyninde ikamet eden bütün anları kataloglamaya karar veren birini bekleyen bir sıkıntı olduğunu siz de tahmin etmişsinizdir; bu sıkıntı hepimizin bildiği, hepimizin herkesten bilmesini beklediği, ama kaydetmeyi aklımıza bile getirmeyeceğimiz şeylerin sonsuzluğundan kaynaklanıyor. Max vakasına uygulayabileceğimiz birkaç örnek üzerinde duralım. Şunlar olabilir: …
(Sayfa 37)
…Tek gördüğüm Marcel olmayan bir çocuktu. Tavırları dalgın, bakışları ağır ve meraklı, hareketleri ihtiyatlı bir çocuk. Aklına koyduğunu yapabilmek için altı peniyi yutacak kadar cüretli, dünyanın teatralliğini kavramış biri.
(Sayfa 49)
Ama hikâye böyle bitmiyor. Dayak yeme hikâyesi değil bu. Hayat değiştiren bir anın hikayesi. Benim için ne ilk sopaydı bu yediğim ne de son; diğerleri gibi utanç verici, aşağılayıcı ve acı verici bir dayaktı sadece. Ne var ki Max için bambaşka bir anlamı vardı bunun. Hayat boyunca sürecek bir isyanın başlangıcıydı. Tedbirli, hesaplı kitaplı bir isyandı onunki. Yine de isyandı. O andan sonra, itaat Max için sadece bir seçenek haline geldi, düzene uymak kural değil kişisel bir seçim meselesiydi artık. Max o gün başkaldırmayı öğrendi ama sopayla verilmek istenen dersi de aldı. Çıkarı öyle gerektirdiği zaman boyun eğmeyi öğrendi.
(Sayfa 96)
=> Sayfa 110, 111 beyin kataloğu fikri nasıl ortaya çıktı.
=> Sayfa 114, 115, 116 beyindeki çekmeceler
Onca şeyi unutmuşken neden hatırlıyorum bu hareketleri, bir saniye süren bu hamleleri? Tarih 2 Mart 1974’tü, günlerden Cumartesi. Otuz bir yıl önce. Bir önceki gün nerede olduğumu sorsanız çuvallarım. Keele’deyimdir muhtemelen, ama ne yapıyordum kiminleydim, hiçbir fikrim yok. Oysa flörelerimizin nasıl çarpıştığını, uçlarının nasıl inip kalktığını dün gibi hatırlıyorum. Max’e sorsanız maçı kafamda defalarca yeniden canlandırdığımı ve bir zaman sonra gerçek maçı değil kendi canlandırmamı hatırlamaya başladığımı söylerdi. Eğer bu doğruysa, ki muhtemelen doğru, o zaman hafızanın anların ne kıymeti var? Max anıların gerçek halleriyle hatırlandığı halleri arasındaki ayrımı kafasına takmıyordu hiç. Onun amacı beyninde ne varsa onu kataloglamaktı. İçeriğin doğru ya da yanlış olması fark etmiyordu. Yanlış anılar da beynin bir yerlerinde durduğuna göre onlar da kaydedilecekti.
(Sayfa 131)
Çantamı, gitarımı ve koyun derisi montumu alıp büyük ön kapıdan garaj yoluna inen altı taş basamağı inmeye başladım. En üst basamakta çok kararlıydım. Bu karmaşayı geride bırakıp Keele’deki rahat hayatıma, sıradan arkadaşlarıma, Ponderların ölüm kalım meselelerinin yanına bile yaklaşmayan sıradan sorunlarıma dönecektim.
İkinci basamakta bundan o kadar emin değildim. Max benim arkadaşımdı. En iyi dostumdu. Onu bu saçma sapan olayların, sinirli polislerin, alık bir halanın ve ölen bir babanın eline nasıl bırakırdım?
Dördüncü basamağa geldiğimde köpek Libby’yi hatırladım. Yığınak’ın biri diğerine benzemeyen sakinleri arasında sadece Adam Last gömebilmişti köpeği. Max fazla toydu, kendi kırılgan mizacının kurbanıydı sanki. Yüzbaşı fazla hastaydı. Tutton fazla dermansız ve fazla kördü. Zinnia’ysa… ne desem… fazla Zinnia’ydı; bir mezar kazıp ölü bir Labrador’un bacaklarını kırmak elinden gelmezdi.
En alt basamağa vardığımda beni bir şeytan hortumu gibi kasıp kavuran karmaşa altı basamak önceki kararlılığımdan çok farklı şekilde çözdü kendini. Bana sorarsanız hayatımızdaki büyük kararları bu şekilde alıyoruz. Ecel terleri dökerek, ince eleyip sık dokuyarak değil, birdenbire gelen vahiy anlarıyla.
(Sayfa 174)
6. Ayak Mantarı – Adam’ın dertlerinden biri. Bunun hakkında epey bir bilgim var. Bulaşıcı. Adam’dan geçiyor.
(Sayfa 176)
=> Sayfa 180 , “O” ismi ve O’nun tanıtılması
…İdeal bir dünyada Victoria Gölü gezegendeki en müthiş tatl beldelerinden biri olabilirdi. Şöyle anlatabilirdim mesela bu gölü: Victoria Gölü İrlana büyüklüğünde dev bir tatlı su kütlesidir. Gemide giderken vaktin çoğunluğunda kara görünmez, okyanus gibidir; tatlı sudan okyanus. Okyanus gibi kabarıp uğuldar. Oysa dört bir yanı Afrika’nın gizemli, karanlık tepeleri ve balta girmemiş ormanlarıyla çevrilidir. Mekânda bir keşfedilmemişlik havası hissedilir, bakirdir sanki ve hep öyle kalacaktır. Kıyılarını saran Uganda, Tanzanya Ruanda, Burundi, ve Kongo’yla Afrika kültür ve haklarının uluslararası buluşma noktasıdır. Etrafında nesillerdir gölün cömertliği sayesinde hayatta kalan antik kabileler yaşar. En eski atalarımız muhtemelen bin iki bin yıl boyunca burayı mesken tutmuş, taze balıkla beslenip kıyı boyuna sarkan serin ağaçların altında gününü gün edip binlerce minik koyda sulara bata çıka eğlenmişti. Victoria Gölü Afrika’nın en Afrika olduğu yerdir. Vahşi yaşam her yerdedir. Suaygırları aygın baygın yüzerler. Timsahlar tehditkarlığı elden bırakmadan güneşin altında sere serpe yatarlar. Antiloplar susuzluklarını dindirmeye gelip açar kaşla göz arasında. Büyük kuşlar toplaşır. Minik kuşlar suyun üzerinden uçup sinek avlar. Böcekler üşüşür her yere vızır vızır.
Ama böyle değildi. Hikâyemizin geçtiği 1965 yılında açgözlü kapitalizmin Victoria Gölü’nde el atmadığı tek bir köşe kalmamıştı. Mal yüklü tekneler, gemiler, şilepler, sallar, kanolar, yelkenliler liman liman geziyordu. Doklardan gemilere dev kasalarla muz, balya balya pamuk, kutu kutu çay, çuvallarca baklagil yükleniyordu. Üstleri başları perişan, ayakları çıplak işçiler şarkılarına hiç ara vermeden kan ter içinde yüklerini omuzlayıp güvertelere fırlatıyordu. Yapraklara sarılı tütünler. Filelerde sebzeler. Bira kasaları. Süt tozu kutuları. Hafiften mora çalan tuzlanmış etler. Makine parçaları. Petrol. Yeşil kahve çekirdekleri, kırmızı kahve çekirdekleri, kavrulmuş kahve çekirdekleri. Balıkçı tekneleri korkunç kokan kaygan balık yığınlarını boşaltıyordu doka, ağız dalaşındaki tüccarlar avuçlarına tükürüp mallarını tokatlarken balıklar sıcakta son bir nefes için çırpınıyordu.
(Sayfa 182,183)
=> Sayfa 186, 187 cüzzamlıların anlatıldığı kısım
…Dünyayı hepten kapatmak mümkün değil. Ama rutin, anıları anı olmaktan çıkarmanın en iyi yolu. Max hergün dede yadigarı saatin sesiyle aynı vakitte uyanıyor, birbirine benzeyen yarım düzine takımdan birini giyip aşağı yukarı hep aynı yiyeceklerden oluşan kahvaltısına oturduktan sonra o günün işini belirliyordu; bu şekilde her allahın günü aynı şeyleri yaparsanız bir günün anılarının ötekilerden farkı kalmaz ve çok geçmeden kaleminizi geçen hafta mı yoksa ondan önceki hafta mı kaybettiğinizi , hatta öyle bir kaleminiz olup olmadığını bile hatırlamaz hale gelirsiniz. Max için pazartesi, salı, hafta sonu, resmi tatil, Noel, Paskalya ya da Büyük Perhiz yoktu. Mevsimler vardı tabii, ama Max kapı önüne bile çıkmadığı ve merkezi ısıtmayla klimanın işbirliği, sınırlı dünyasını hep aynı sıcaklıkta tuttuğu için ağır perdelerin ardında yaşarken haziranı aralıktan farklı geçmiyordu. Yalnızca ciltlerin bitişiyle mimlenen aylar vardı, dolayısıyla sanıyorum ki o günlerin hangi günler olduğunu umursamasa da günleri sayıyordu.
(Sayfa 194)
…Bir insan bu, ama aynı zamanda değil de. Kullandığımız kelimeler bir anda değişiyor. Bir çocuk, bir delikanlı, bir adam, bir ceset, bir cenaze, bir kadavra. Tek bir saniyede statümüz geri dönüşsüz bir şekilde değişiyor. …
(Sayfa 219)
Adam’la askerleri orada geride bırakıp oradan ayrılıyoruz. Adam arkasına bakmıyor bile. Ne kadar soğukkanlı olduğunu düşünüyorum. Bunu hâla düşünüyorum bu arada. ölüm karşısında Adam kadar kendinden emin duran birini tanımadım. Eline bir av tüfeği verip beynimi patlatmasını istesem, bunu gerçekten istediğimden emin olursa ricamı yerine getireceğine giç şüphem yok. Sonra ne yapıyorsa onu yapmaya devam eder; en iyi arkadaşını öldürdü diye bunalıma girip geceleri yatağında dönüp durmaz bu yüzden.
(Sayfa 224)
Şunu da eklemeliyim ki her şey Max o elli peniyi yuttuğu için oldu. Hayatım ve geleceğim elli peniye satıldı benim. Eğer Max o aptal yabancı cismi yutmasaydı, projeye benim de katılmama yönelik ısrarlarını nazikçe bertaraf edebilirdim. Sonuçta Zinnia Hala kendi hesabına projede hiçbir şekilde yer almayacağını kesinlikle belirtmişti, dolayısıyla ben de hiç yanaşmasam Max projesini daha küçük ölçekli bir hale getirebilirdi. Ya da yapacağını bensiz yapardı. Ama Max o elli peniyi yutmuştu, babasını kaybetmişti, başucunda ben vardım ve bana elini uzatmıştı. Böylece, hayatlarımızı felakete sürükleyen o korkunç ve kaçamak anlardan bir diğerinde, pazarlama departmanında yönetici asistanlığını, Ford Cortina’yı, Guisborough’daki evi ve personeldeki kızı olasılıklar tarihine gömüp hastane yatağında yatan para yutucu ampiristin elini sıktım; o anda birbirine mühürlendi hayatlarımız.
(Sayfa 241)
“ Cevabın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini anladım. O şekilde Max’in durumuna bir ad takmış olacağız en fazla. Bir etiket. Sonra ne olacak? Elimde doğruluğundan emin olmadığım bilimsel bir teşhis sonucu yapıştırdığım bir etiket olacak sadece. Bunun bana bir faydası var mı? Yine hayır. Max’in kimseye bir zararı yok. Kompulsif ya da yineleyici davranışlar sergilemiyor. En azından benim gözlemlediğim kadarıyla ciddi bir fobisi yok. Eskiden beri iç mekânlarda daha rahat hisseder kendini ama agorafobik değil. Kısaca evet, Max’te kişilik bozukluğu olup olmadığını düşündüm. Muhtemelen de var . Hatta Max’i yarım düzine psikiyatra götürseniz farklı hastalık bulurlar kesin. Ama bunun kimseye bir faydası olacağından şüpheliyim.”
(Sayfa 245)
=> Sayfa 252, 253 İngiliz kaşif hikâyesi
“ Al işte. Times’ta Tutton’un taziyeleri çıkacak mı? Lanet olsun ki çıkmayacak. En fazla Ölüm İlanları’nda adı geçer, tabii biri bunun için pamuk elini cebine sokarsa. Orada yazan da şöyle bir şey olacak muhtemelen: ‘Albert Boneville Tutton. 8 Ekim 1894’te Redruth Cornwall’ da doğdu, 18 Haziran 1974’te kısa bir hastalıktan sonra Marlow Buckinghamshire’da 79 yaşında öldü.’ Hepsi bu. Koca bir hayat, koskoca seksen yıl üç satıra sığıştırıldı bile. Bu kadar mıyız? Ederimiz bu mu yani? Times’ın Ölüm İlanları’nda başka birinin ölümü için sayfayı didikleyen birkaç yüz kişi tarafından istenmeden okunacak üç satır. Buyur bakalım Albert Boneville Tutton! Sen de bu kadarsın birader! Oyuncular listesinde geçen adından ve sahneye giriş çıkış detaylarından başka elinde kalan sadece dört kelime: ‘kısa bir hastalıktan sonra.’ Değdi mi dersin?”
Elenora kolunu Max’in omuzuna attı ama bu Max’in sayıklamalarını durdurmaya yetmedi.
“Ne yazsın isterdin?” diye sordu Elenora. “Devam et, Tutton için bir taziye yaz bakalım. Biz de anısına kadeh kaldırırız.”
“‘Albert Boneville Tutton başka bir dünyaya, başka bir zamana ait bir adamdı,’ yazmalı mesela. ‘Kraliçe Victoria hâlâ tahttayken, anesteziklerin, antiseptiklerin, antibiyotiklerin, uçakların olmadığı bir zamanda, kanlı bir doğum kanalından tekmelerle ve çığlıklarla geldi buraya. On iki yaşındayken kalay madenlerine indi.’ Tutton’un 1906’da Cornwall’da bir kalay madeninde çalıştığını hatırlayan kimse kalmış mıdır hayatta? Sanmıyorum. Kim bilir neler anlatabilirdi bize o günlerle ilgili. Ellerinde küçük kürekler, fırçalar ve minik poşetlerle dağ bayır gezip kırık dökük çömlekler arayan arkeologları görmüyor musunuz? Bu değerli bilgiler ele geçirmek nelere mal oluyor dersiniz? Botları, kürekleri, çay termoslarıyla saatlerce orayı burayı kazıp geçmişten minicik parçaları arayıp bulmaya çalışıyorlar. ‘Aman tanrım, bak, bu testi parçasının üstünde bir at resmi var, yani belki de bu insanlar tanrıyla at karışımı bir şeye tapıyor ve bu testinin içinde tanrılarına adaklar sunuyorlardı.’ Oysa burada bir insan vardı, yirminci yüzyılın başlarında bir kalay madeninde çalışmanın nasıl bir şey olduğunu bilen, açık seçik konuşabilen, hafızası yerinde, kanlı canlı bir insan. Peki ne yapıyoruz bu çok kıymetli bilgi kaynağıyla. Hayatı ile ilgili her şeyi öğrenmeleri için koca bir arkeolog ekibi mi gönderiyoruz yanına? Bu adam 1914’te yirmi yaşındayken buradan Plymouth’a yürümüş askere yazılmak için. Neredeyse bütün savaş boyunca cephede, hendeklerde savaşmış. Bir seferinde kafasını bir fişek teğet geçmiş, allahın unuttuğu bir yerde çamur ve ceset yığınlarının içinde üç gün bilinçsiz yatmış. Kendine geldiğinde gömülmeye götürülen bir ceset istifinin üstündeymiş. Bir hafta sonra cepheye dönmüş yine. Alayındaki herkesten fazla taarruz atlatmış. Birlik komutanı büyük büyük babam Aloysius Ponder’mış. 1918’de kırklarında olmalı büyük Ponder. O yl Tutton’u ev iznine göndermiş ve Tutton Redruth’tan bir kızla nişanlanmış. Tutton da öldüğüne göre kızın adını hatırlayan kalmamıştır herhalde. Her neyse, konu bu değil. Tutton ateşkese sadece bir kaç hafta kala yeniden cephedeymiş ve başka bir patlamayla gözlerini kaybetmiş. Başına sarılı dev bandajlarla evine yollanmış ve nişanlısı bir kaç ay sonra, evlenmelerine kalmadan grip salgınından ölmüş. O yıl büyük büyükbabam Tutton’u ziyarete gitmiş. Neticede Tutton Yığınak’ın girişindeki evde kalmaya ve bizim yanımızda çalışmaya başlamış. Büyük büyükbabam 1919 yılının sonlarına doğru ölmüş. Tutton kalıp o sıralar kendisiyle aynı yaşlarda, yirmilerinde olan büyükbabam için çalışmış. Sonraki elli beş yılı böyle geçmiş. Barille’i hiç öğrenmemiş, hiç köpeği olmamış.” ..
(Sayfa 257, 258)
“Bildiğimizi sanıyoruz. Ama sonuçta bildiklerimiz sadece üst düzey şeyler; tarihin büyük dönemeçlerinden, krallarla kraliçelerinzavallı aşk hikâyelerinden, hangi savaşı kimin kazandığından, Avusturalya’yı kimin ne zaman keşfettiğinden, çıkrık aletini kimin icat ettiğinden ibaret. Çıkrığı kullanmanın nasıl bir şey olduğundan haberimiz bile yok. Parmakları su topluyor muydu çıkrıkçıların? Sırtları ağrıyor muydu? Diğer her şey gibi çıkrıklar da kırılıp duruyor muydu ve çalışması için gereken o küçük parça dolabın altına yuvarlanınca insanlar yarım saat sinirleri bozula bozula onu aruyor muydu? Çıkrık aletiyle ilgili bilmek isteyeceğimiz şeyler bunlar. Görmüyor musunuz? Gerçek tarih zenginlerle güçlülere ne olduğuyla sınırlı kalmamalı, tarihin asıl anlatması gereken şey insanların nasıl yaşadığı. Gerçek insanların gerçek hayatları. Ne yiyorlardı? Nasıl pişiriyorlardı onu? Tadı nasıldı?”
(Sayfa 259, 260)
=> Sayfa 261 günlük tutmaya ikna oluşum
“ Projemin son ayağında olduğumu biliyorum. Artık biliyorum. Önceden de biliyordum elbette, ama sadece düşünce boyutunda. Ne de olsa elli yaşındayım ve Ponder erkekleri hayatlarına ikinci yarım yüzyıla geçmeye pek tenezzül etmiyorlar. …” (Sayfa 263)
=> Sayfa 275, 276 Max kadınlar hakkında ne düşünüyor
Bunlardan başka hikâyeler de var tabii. Hayat böyle bir şey. Hikâyelerin bazılarını bilsem de çoğunu bilmiyorum. Bir insanın bütün hikâyelerini kapsayacak bir kitabın epey cüsseli olması lazım. Max’in projesinin tek başarısı bu oldu belki de. Bir insanın bütün hikâyelerini kapsayan bir kitabın ne kadar cüsseli olacağını biliyoruz artık: 360 cilt, binlerce de ek.
(Sayfa 277)
=> Sayfa 281 Max’in yazmadıklarının başlangıcı ve çıkış stratejisi
Muhtemelen polis de sorar bu soruları Gerçek şeylerin yaşandığı, gerçek kurallarla işleyen gerçek dünyada böyle bir şeyi ben de kabul etmezdim herhalde. Ama sokağı geride bırakıp Yığınak’ın gerçeküstü dünyasına her girişimde kıskıvrak yakalıyordu burası beni, dış dünyanın kurallarıyla alışkanlıkları çözülüyordu birdenbire. Tuhaf, müzemsi bir havası vardı Yığınak’ın, hâlâ da var, kimsenin gelmediği, telefonun hiç çalmadığı, gazetelerin giremediği, radyonun televizyonun gürültüsüyle kirlenmeyen, polisin, mahkemelerin sözünün geçmediği bir yer. Max’in yarattığı bir hayal diyarında ahlak pusulamı kaybetmiştim belki de.
(Sayfa 298, 290)
Ama hiçbir şey tam olarak sona ermiyor haksız mıyım? Bir sebepten 1974 yılının o Mart günü Yığınak’ın basamaklarından inerken olduğu gibi bir anda, Zamanın en küçük biriminde değiştirmiştim fikrimi. Bütün kararlılığımı darmaduman etmişti bir şey. Max’i öldürmeyi planladığım aylar boyunca onun hikâyesinin sonunun böyle olacağını düşünmüştüm. Altı peniyi yutan, göl sinekleri sürüsünün içinde annesini kaybeden, kılıcını babasının boynuna saplayan çocuk, boynunun etrafında deri bir turnike, bileklerine kablolar dolanmış bir halde inşaatlarda kullanılan politen torbanın içinde bir nefes daha almak için çırpınırken koyacaktı son noktayı hayatına.
Ama Max “atılgan” yerine “ kafiye” dediği zaman hikâyeyi bitirmek için doğru zaman gibi gelmedi nedense.Bunu gördüm, bunu bir anda gördüm. Böyle bitemezdi. gerçek son bu değildi. Son sahnenin son perdesinin başıydı bu, drama kendi seyrini izliyordu hâlâ, biz de izlyecektik.
(Sayfa 297, 298)